Aile. Mecburiyet. Kader. Keder. Umut. Ve insan. Ailede yaşar ve ölür. Coğrafya derler, ülkelerin kaderidir. Belki de. Peki aile? Sanırım insanın kaderi. Seçemediğimiz ama rengi, duygusu, ruhu ve tüm varlığıyla hayatımıza kendi mührünü vuran bir “güç”. Seçemediğimiz, tercih seçeneğimizin olmadığı ama mecbur olduğumuz bir bağ belki de. Bu bağı, sonucundan bağımsız olarak vurguluyorum. Ailenin içinde yeşeren bir çiçek veya kuruyan bir ot veya köksüz bir ağaç… elbette insanın kendi varoluş çabasını göz ardı etmiyorum. Kimi zaman aileye rağmen, kimi zaman aileden güç alarak…
Dünyaya hükmeden bir hükümdarın çocuğu olarak geldiyseniz dünyaya… kaderin gülümsemesini mi yoksa diş izlerini mi hayatınıza yansıyacağını bilemezsiniz. Şehzadeler gözlerini hayata mı ölüme mi açarlar bilinmez. İşte tam bu noktada başlar varoluşun acıtıcı sorgusu. Kendi hayatınızın kralı, hükümdarı değil belki şehzadesisinizdir. Ve kendi hayatınıza hükmedemediğinizde, bu mümkün mü bilmiyorum, şehzadelik unvanıyla birleşir kaderiniz.
Yavuz Ekinci’nin Belki de Dünyanın Sonundayım romanı kurgu, içerik ve karakter yapısı olarak tarihsel zeminde çağrışımlar içerse de ben romanı ne tarihi bir eser ne de tarihsel bir dönemin yansıması olarak okudum. Şehzade Davud’dan kardeşi Şehzade Mirza’ya kadar hemen herkes insana ait bir duyguyu, bir öyküyü, bir varoluşu simgeliyor. Hepsinin toplamında ise aile müessesinin toplumsal yaşamdaki rolüne bakıyoruz. Ve hepsi, yaşama bir “iz” bırakma tutkusuyla toplumda var olma savaşına giriyorlar.
İz bırakmak. Burada dahi insan, kendi izini, sahip olduklarının da gücüyle sonsuzluğa bırakıma arzusuyla yanıp tutuşuyor. Unutulma korkusu en büyük gücü bile alt ediyor. En güçlü olduğunu düşündüğü yerde en aciz noktada buluyor insan kendini. Yazar, insanın unutulma korkusuyla hükmetme arzusu arasında gelgitler yaşatarak derin ve sızılı bir sorgulamaya davet ediyor okurunu.
Roman, “güç”ün merkezinde insanın gerek bireysel gerekse toplumsal varoluşundaki döngülerine eğiliyor. Güç, iktidar, hükümranlık… insan olmanın süzgecinden geçince geriye nelerin kalıp kalmadığını okuyoruz. Evet, sahip olduklarımızı vicdan, adalet ve hakkaniyet süzgecinden geçirdiğimizde elimizde kalanlar kadar olduğumuzu fark ediyoruz. Yazar, muktedir olma, hükmetme arzusunun karşısında konumlandırıyor insanın özünü. Ve güç’ün insanı acizlikten Tanrılığa nasıl sürüklediğini belki de. Bir süre sonraysa bitmez, tükenmez zannedilen güç’ün insanın sonsuz yalnızlığa evirilen bir ilk adımı olduğunu hissediyoruz.
Çiçekler içinde bir ölümün, bir katliamın, bir cinayetin öyküsü. Tuhaf. Çiçekler ve ölüm. Güzeli, iyiyi, “sevgili ölüm’ü” anımsatacakken, bir cinayetler silsilesini okuyoruz romanda. Yazarın anlattıklarına karşı duruşunu romanın bölümlerine verdiği çiçek isimleriyle görüyoruz. Gül (aşk ve muhabbet), lale (teklik ve masumiyet), karanfil (asalet ve sadakat), zambak (saflık), sümbül (sonsuzluk ve sevgi). Ve belki de. Kendini “sonsuz kudrete sahip gören güçlü insan”a karşı güzel olduğu kadar mevsiminden sonra kuruyup giden çiçekleri gösteriyor yazar. Hiçbir güç, sonsuz değildir.
Yavuz Ekinci, insana dair asıl kavganın onun kendi özünden uzaklaşıp sonsuz bir sınırsızlığa hükmetme arzusuyla ortaya çıktığını ve insanın varoluşsal mücadelesinde dizginlenemeyen duyguların aynı zamanda insanı yok eden birer zehre dönüştüğünü insan-güç eksininde ele alıyor. Tekrar ifade etmek isterim ki eserin tarihsel göndermeleri, metinlerarasılık boyutu ayrıca tartışılması ve üzerinde durulması gereken konulardır. Yavuz Ekinci, insanın selîmliğinden zalimliğine dönüşümünü, psikolojik ve sosyolojik gerçekliği de dikkate alarak çarpıcı bir kurguyla derin sorular ve sorgulamalar bırakıyor son romanıyla. Belki de Dünyanın Sonundayım, bireyin aile ve toplum gerçekliklerinin, geleneklerinin, her türlü ön kabullerinin etkisiyle nasıl dönüşüm geçirebildiğinin altını çiziyor. Roman, asıl gücün insanın özünde ve iyilikte, merhamette olduğunu sessizce haykırıyor.
edebiyathaber.net (15 Temmuz 2022)