Söyleşi: Ahmet Öztürk
“Maveraünnehir Nereye Dökülür?” Engin Barış Kalkan imzalı bir öykü kitabı… Aynı zamanda yazarın ilk kitabı da… İletişim Yayınları etiketiyle yayınlanan bu kitabından yola çıkarak Engin Barış Kalkan’la, geçmişi, gündelik hayatı, zamanı, kitabı oluşturan öyküleri nasıl yazdığını ve edebiyatı konuştuk:
Su sızdıran eski muslukları seviyor musunuz?
Evet, seviyorum. Ama asıl önemli olan onları sevmek değil farkında olmak galiba. Siz ne kadar ağır, önemli mevzularla boğuşursanız boğuşun etrafınız su sızdıran eski musluklarla dolu ve onlar da bir biçimde hikâyenin bir parçası. Her şey yaşanıp bitiyor ama o su tıp tıp damlamaya devam ediyor.
Konuşkan bir yazar mısınız? Gündelik hayatın rastlantısallığını, nedensizliğini öykülerinize katmak istiyorsunuz gibi geliyor bana. Yanılıyor muyum? Bu da metni konuşkanlaştırıyor sanki…
Günlük hayatımda konuşkan biri değilim ama yazarken çenem biraz açılıyor. Bu hep eksik bırakmama, hikayenin izole edilmiş bir ortamda geçtiği duygusu/düşüncesi uyandırmama gayretinden. Ben birini anlatıyorum, başından olmadık olaylar geçiyor ve tüm bunlar binlerce hayatın bileşkesi olan devasa bir atmosferde olup bitiyor. Oraları da görmez, göstermezsem hikâyenin zayıf kalacağı endişesi var bende. Sizin ‘gündelik hayatın rastlantısallığı ve nedensizliği’ diye tanımladığınız durum olay örgüsüne de yansıyor tabii. Her şey hikâyenin veya hikâye kişilerinin daha şık, daha parlak görünmelerine hizmet etmeyebiliyor bazen. O ana kadar haysiyet timsali gibi görünen bir karakter beklenmedik pis bir davranışta bulunabiliyor. İnsan böyle bir canlı çünkü. Hem de nedensiz yere. Yaşam da geçmişle bir uyum gözetmeksizin akıyor. Bunları ihmal etmemeye çalışıyorum yazarken.
Nostaljiyle aranız nasıl?
İyi olduğunu söyleyebilirim. Biraz da tehlikeli olan bu duyguyu yönetebildiğimi, geçmişimin bugünümü renklendirmesini sağlayabildiğimi düşünüyorum. Bunun güçlü, çağrışımlara açık bir hafızaya sahip olmakla doğrudan ilgisi var. Bazen bir koku bir anın, o an bir mekanın, o mekan bazı olayların ortasına bırakıveriyor insanı; bütünlüklü bir hikayeye cepheden bakar halde bırakıyor. Bunların toplamı her zaman, ne güzel günlermiş, denebilecek bir öyküye tekabül etmeyebiliyor ama ben o noktayı, orada gördüklerimi anlatmayı seviyorum. Elbette burada kastettiğim eski Türk filmleri, seksenlerin doksanların pop şarkıları ve buna benzer şeyler değil. Nerede o eski bayramlar veya biz Beyoğlu’na iki dirhem bir çekirdek çıkardık edebiyatı da değil. İyi veya kötü, güzel veya çirkin… Durduğum yerden ne görüyorsam o. Daha çok küçük şeyler benim ilgimi çekenler. Bir gazete manşeti, radyo programı, maç sonucu, top markası, bisiklet modeli, kitap, dergi kapakları, sokak oyunları, tezahüratlar… Bunun gibi pek çok unsur. Yanı sıra bugün yok olmuş ama zamanında günlük hayatımızın ayrılmaz parçası olmuş alışkanlıklar var. Yazarken bazen bunları bir araya getirme olanağı doğuyor. Zor oluyor ama elimden geleni yapıyorum.
Saplantı ya da takılmak diyelim. Geçmişi arayan, belli bir dönemeci, eşiği aşamamış karakterlere sempati gösteriyorsunuz sanki.
Tespitiniz doğru. O insanları anlatmayı seviyorum. Yaşam çok hızlı. Sürekli bazı kararlar vermemiz gerekiyor ve bunlar her zaman üzerine uzun uzun düşündüğümüz ‘önemli’ kararlar olmuyor. Farkına bile varmadan önümüzdeki olasılıklardan birini seçip o yoldan devam ediyoruz. Bunlar için milyon tane neden sıralamamız da mümkün, rastlantısal ve nedensiz dememiz de. Bana ikincisi doğru gibi geliyor. Esas mesele, bir süre sonra dönüp baktığımızda o dönemeçlerin belirginleşmesiyle başlıyor. Kafamıza takılıyor verdiğimiz kararlar. O zaman düşünmeye başlıyoruz, başka türlüsü mümkün müydü, diye. Başka türlüsünü arayan karakterlere saygı ve sempati duyuyorum. Bu yüzden bu kadar uğraşıyorum onlarla.
Şehir ve mekân bağlamında soruyorum, nereleri yazıyorsunuz? Nereleri yazmayı seviyorsunuz veya nereleri anlatırken kendinizi rahat hissediyorsunuz?
Ben şehir öyküleri yazıyorum. Şehir metni zenginleştirecek tonla unsur barındırıyor ve hikâyeyi onların içinde akıtmanın görselliğe büyük katkısı var gibi geliyor bana. Okuyanın gözünde canlandırmakta zorlanmadığı öyküler yazmak gibi bir gayretim var. Sanırım tercihimin nedeni bu. Otel, ev, kafe, birahane… Kendimi atmosferine hâkim hissettiğim, bende çağrışımlar uyandıran, barındırdığı insanların izlerini taşıyan her yer ilgimi çekiyor.
Yaşam çok hızı dediniz, öykülerinizde zaman nasıl akıyor, yavaşlık ilginizi daha mı çok çekiyor?
Öykülerimde zaman biraz ağır akıyor. Her an bir sahnenin içindeyiz ve o an öykü kişilerinin edimlerinden ibaret değil. Etrafta koskoca bir hayat akıp gidiyor. Yerkürede olup biten her şeyi değil elbette ama üzerinde olduğum sahneye temas eden kısmını metne almam gerektiğini düşünüyorum. Yani aslında benim ilgimi çeken yavaşlık değil, anlattığım zaman diliminin hakkını vermek, yoğunlaştırmak.
Öyküler nasıl toplandı peki? Hepsini bir araya getirmek ve aralarında gönderme yapmak istediğiniz için soruyorum. Nasıl bir tasarımla başladınız?
Aslında başlarken kafamda böyle bir şey yoktu. Bazı öykülerle vedalaşamadım bir türlü. İşaret ettikleri yere doğru gittim. Kesişen, birbirini destekleyen öyküler çıktı ortaya. Sonra bunların hepsini ortak bir zemine oturtmak fikri geldi. Bu tasarımın hakkını vermeye çalışırken Levent Cantek’in büyük katkısını gördüm.
Kesişme neden ilginizi çekiyor, bir öykü evreni kurma arzusu denebilir mi yaptığınıza…
Bir öyküye başladığımda onu bir öykü grubunun parçası olarak tasarlamış olmuyorum aslında. Bir hikaye oluyor kafamda ve onu anlatıyorum. Metin şekillendikçe bazı yerlerinde başka biz düzlemde ilerlerken yolu yazdığım hikayeye düşmüş gibi görünen bölümler fark ediyorum. Çok üzerinde durmuyorum ama o gölge aklımın kuytu bir köşesinde belirginleşiyor, ete kemiğe, zamana, mekana, atmosfere bürünüyor. Oturup onu yazmaktan başka çare kalmıyor önümde. Tek bir andan sayısız hikaye geçiyor ve ben bu büyülü durumdan çok etkileniyorum.
edebiyathaber.net (26 Mayıs 2017)