İletişim Yayınlarından çıkan “Ressamın Takvimi”, kısa hikâyelerden oluşan uzun bir anlatı-roman. Kitap için her birinde bir ressamın kahraman olduğu farklı tarih ve kültürlerde geçen alışılmış dışında kısa hikâyeler demek daha doğru olur. Yazar Erdal Ateş’in aynı zamanda bir ressam olması kitabı ilginç kılıyor. Amerika, Almanya ve Ankara’da geçen bu kısa hikâyelerde ressamlara ve resim dünyasına ilişkin şaşırtıcı göndermeler mevcut. Ateş’le kitabı, ressamlığı, kitaptaki ressamları konuştuk.
Kitapta farklı zaman ve koşullarda yaşayan ressamları kısa öykülerle anlatıyorsunuz. Neydi çıkış noktanız?
Kitabın bütünlüğünü düşündüğümüzde küçük anlatılar birbirleriyle zaman, coğrafya ve kültürel bağlamda farklılık gösteriyor. Anlatıcı her gün için bir şeyler yazacak. Bir anlamda yazmak zorunda. O gün ne düşünmüşse, hissetmişse onu kaleme alıyor. Her bir gün için yazılanlar birer minimal öykü. Kimi öyküler birden bitmiyor. Aynı karakter diğer günlerde de karşımıza çıkabiliyor. Kitap da ressamlar başat olsa da “Dünyanın En Kısa Romanı”, “Vicdan”, “Dostluk”, “Yıkıntılar İçinde”, “Aksilik”, “Kitap”, ” Yazar”, “Yeniden”… gibi anlatılar farklılık gösterir. Kitabın sınırlarını, bütünselliğini “baştaki ve sondaki ” iki anlatı belirlemiştir. Baştaki anlatıdan sonra her gün yani 365 gün yazmaya kararlıydım. Olmadı. Buraya kadar, dedim. Farklı bir takvim ortaya çıktı tabii. Eksik bir takvim. Her takvim sayfası benim için bir oyundu. Takvim okuyucusu için değil kendim için yazdım o sayfaları. Evimin, atölyemin duvarı için her yaprağı okunup atılacak bir takvim. Ben bir ressamım. Bir ressam bir takvimin sayfalarına ne yazar? İşte her şey böyle başladı.
Siz de ressam olduğunuz için soruyorum. Bir edebi figür olarak ressamlar nasıl anlatıyorlar, siz nasıl anlattınız? Ortak özellikleri ne oldu ressamlarınızın?
Elbette bütün ressamların durduğu yer yaşama baktıkları pencereler farklı. Bu kaçınılmaz. Kitaptaki ressamlara gelirsek doğal olarak zengin bir plastik sanatsal imgelem taşıyorlar. Ve herşeye de -yazıya da- bu noktadan bakıyorlar. Onların yazdıklarında renk, çizgi, oylum duygusu etkili bir şekilde hissedilebilir, diye düşünmekteyim. Birebir yaşanmışlık, deneyimleme ile ilintili bu durum. Bana gelince, gündüzleri ana rahmi dediğim atölyemde görsel sanatlar alanında işler yapan bir sanatçıyım. Yazmak için elime kalemi aldığımda mutlaka parmaklarımda, tırnaklarımda bir parça boya ya da resim malzemesi bulaşığı oluyor. Bunlar, bir görüntünün alegorisi. Belki de yazdıklarım imgelemimde taşıdığım görüntülerin bir izdüşümü. Ve bu yüzden ortaya çıkanlar birer film öyküsü gibi durmakta sanırım.
Kitapta sadece ressamlar kadar çevreleri de ilginç. Uyumsuz, nevrotik, öfkeli karakterler okuyoruz. Ressamlar bu tür kişiliklerden hoşlanırlar mı yoksa siz bir yazar tercihi olarak mı onları biraraya getirdiniz?
Gözümüzün önüne Vincent van Gogh ve Jean Michel Basquiat’i getirelim. Bambaşka iki figür. Bahsettiğiniz kişiliklerden hoşlanma ya da hoşlanmama gibi bir durum söz konusu değil. Kitapta bu ressamların yaratımları ve yaşamı algılayış biçimleri birbirinden farklı. Yazarken de her ressamın dünyasına göre işledim. Bu ressamlarda kendiliğinden bir araya geldi.
Edebiyat anlayışınızı nasıl tanımlarsınız? Türkçe edebiyatta kimleri okursunuz? Neyi yazmamayı tercih ederdiniz mesela…
Gerek yazın gerekse plastik sanat alanında beslenme kaynağım: doğa ve yaşadığım coğrafyadaki toplum. Ele aldığım,
dillendirmek istediklerimi düşsel bir bakışla işlerim. Deneme ve oyun üzerine kuruludur benim yaratılarım. Geniş bir okuma yelpazem var. Okuduklarım bende kalsın. Bilge Karasu, Sevim Burak, Leyla Erbil, Sevgi Soysal… okumaktan haz aldığım anlatı sanatçılarıdır. Yazmama konusuna gelince, aslında böylesi keskin bir düşüncem yok. Kimi zaman bana uzak gelen bir şeye zaman içinde yakınlaştığım olmuştur.
Ressamın Takvimi kısa hikâyelerden oluşuyor, hem birbirini izleyen hem de ayrıksı duran, tamamlanmayan, tamamlanır gibi olan hikâyeler sanki. Bu arada kalma halini seviyorsunuz galiba.
Ressamın Takvimi’ni yazmaya başladığımda bu yazınsal metnin türünü hiç düşünmedim. Düşünmem bu noktayı. Geniş anlamda bir anlatıydı kaleme aldığım. Evet, kitabın başı ve sonundaki iki anlatının arasındaki tüm küçük anlatılar birer minimal öykü. Bunlar birer öykü toplamı. Ama kitabın tamamı bu iki anlatıyla -baştaki ve sondaki- düşünüldüğünde kitap bir “roman”dır bana göre. Bir öykü kitabı değil. Minimal öykülerin birbirinden bağımsızlığı da okuyucu da sürekli öykü hissini diri tutuyor sanırım. Ama sona doğru “Fare” bittikten sonra okur anlatıcının bitiriş metniyle bambaşka bir yolda buluveriyor kendini. Genelde tüm anlatılarımda özelde Ressamın Takvimi’nde eksiltili anlatımı kullanıyorum. Bu anlatıma “boşluk/boşluklar bırakma” da denilebilir. O boşlukları anlatıyı alımlayanların doldurması, anlamlandırması bana uygun ve doğru bir yol geliyor. Aynı şeyi resim için de yapar ve düşünürüm.
“Dünyanın En Kısa Romanı”nın başında Hemingway’den beş sözcüklü bir alıntı var: “Satılık: Bebek patikleri, hiç kullanılmamış.” Bana göre beş sözcüklü bu anlatı başlı başına bir roman. İşte tam da bu noktada yani yazar/sanatçı boşlukları bıraktıktan sonra “aradan” çekiliyor. Bana gelince, ben bunu ne ölçüde nasıl yapabiliyorum, bilmiyorum.
Kitabın hikâyesini konuşalım. Ne kadar zamanda yazdınız, nasıl gelişti?
Tam 365 günde yazmayı düşündüğüm Ressamın Takvimi yolda kaldı. Yalnızca bir kaç ay sürdü yolculuk. Bir kaç kere şöyle fısıldadım kendime: Bir gün bu yolculuğu tamamlarsın. Belki de bu bir avuntuydu. Kendi kendime bir avuntu. Kitaptaki kişiler, yerler, olaylar kanlı canlıdır. Hayatta karşılıkları vardır. Tüm bunlara sisli bir camdan baktım o kadar. Çekmecelerimde daha önce yazdığım anlatılar öylece duruyordu. İçimden bunları yayınevlerine vermek gelmiyordu. Sonunda verdim işte. Editörüm -Levent Cantek’ten dolayı- çok şanslıyım. Çok dikkatli bir gözünün olmasının yanında yazarın ekseninden bakan onun heyecanını kendisinde taşıyan çalışkan ve sabırlı bir yazar-editör.
Söyleşi: Necdet Deniz Duygulu – edebiyathaber.net (21 Ocak 2015)