Söyleşi: Nilgün Çelik
Erendiz Atasü’nün Kadınlık ve Toplumsal Çalkantı adlı eseri 2023 yılının aralık ayında Sia Yayınlarından çıktı. Kadınlık ve Toplumsal Çalkantı Erendiz Atasü’nün başucu niteliği taşıyan, kadın ve siyaset üzerine yazdığı düşünce kitabıdır. Türk Kadının bugüne nasıl geldiğini ve günden güne siyasetin çalkantısında nasıl savrulduğunu anlatmakta. Bu denli önemli düşünce kitabı için ne sorsam eksik kalacak. Yine de olabildiğince henüz kitabı okumayanlar için çok değerli hocama soruyorum. Buyurun sohbetimize.
Öncelikle söyleşi teklifimi kabul ettiğiniz için teşekkür ederim. Eseriniz kadın sorunları üzerine uzun bir süreç izlenerek yazılmış. Dosya süreci nasıl başladı?
Gençliğime dönüp bakınca, dünyanın ve hayatın farkına geç vardığımı görüyorum. Sonra bir vardım ki, pir vardım! Farkına varışın ağırlık merkezinde kadın olmam duruyordu. 25 yaşında yani elli küsur yıl önce yazmaya başladığımda- henüz içimde uyuklayan edebiyat yazarını keşfetmeden önce- itici güç gene kendimi ve yakınımdaki kadınları anlama, çözümleme çabasıydı; edebiyatta herhangi bir iddiam yoktu. Kadın özgürlüğü, kadınların bastırılmışlığı ve ezilmeleri, aşağılanmaları üstüne bugüne dek pek çok makale, gazete yazısı, deneme yazmışımdır. Hikayelerimin ve romanlarımın hepsinde değilse de çoğunun ağırlık merkezi bu konudur. Değindiğiniz kitabı ise pandemi sürecinde, evimde kitaplarımla baş başa yaşarken yazdım. Süreç kuramsal düşünce için uygun ortamdı; bizzat hayatın bana esinlediği düşünceleri, konunun başat eserlerini vermiş Engels, Babel, Malinowski, S.de Beavoir, Betty Friedan gibi sıra dışı düşünce insanlarının yapıtlarının ışığında yeniden gözden geçiriyordum.
Eserinizde “Cumhuriyet, Kadınlar ve Edebiyat” adlı çok kıymetli bilgileri içeren bölümde Ulusal Kültür’den bahsediyorsunuz ve “Cumhuriyet aydınlanmasının baş amaçlarından biri “ulusal kültürü” yaratmaktır” diyorsunuz. Cumhuriyet bu aydınlanmayı tam olarak başardı mı sizce? Şimdiki yaşadığımız kültür savaşını nasıl açıklarsınız?
Cumhuriyet aydınlanması yarıda kesildi. Hatta, Zafer Toprak hocamızın incelemeleri, eğitimdeki aydınlanmacı bakışın sansürlenmesinin, Atatürk ölür ölmez gündeme geldiğini gösteriyor (Zafer Toprak, ‘’Darwin’den Dersim’e Cumhuriyet,’’ Doğan Kitap.) Aile içinde anne babayı, eşitlikçi rollerde resmeden ilk okul alfabelerinin, Demokrat Parti iktidarı ile rafa kaldırılmasını ise değerli sosyolog Firdevs Gümüşoğlu açığa çıkardı (Firdevs Gümüşoğlu,’’ Ders Kitaplarında Toplumsal Cinsiyet, 1928’den Günümüze’’, Tarihçi Kitabevi.) Köy Enstitülerinin kapatılmaları ise, bu kurumların bizatihi kurucusu ve destekçisi olan CHP iktidarında başlıyor (1940’ların sonu), Demokrat Parti iktidarı döneminde (1950 sonrası), hızlı bir tasfiye ile tamama ulaşıyor. Tasfiyeler burada bitmiyor, Köy Enstitülerinin dönüştürüldüğü öğretmen okulları ve bizzat köylerdeki ilkokullar zaman içinde kapatıldı. Sanırım ‘’parasız yatılı’’ uygulaması da terk edildi. Laik ulusal eğitimin boş kalan yerini tarikatlar doldurmaya başlamıştı. Aydınlanmadan uzaklaştırıcı bu uygulamaların yanında, din adamı ihtiyacının çok üstünde öğrenci yetiştiren İmam Hatip okulları pıtrak gibi çoğaldı. O kadar çok mezun vardı ki, bu çocuklara mecburen üniversite kapıları açıldı. Böylece, İmam Hatip okulu çıkışlı hakimlerimiz, mühendislerimiz, öğretmenlerimiz oldu. Rüzgârdan nem kapan devletimiz, bu okulları nedense doğru dürüst teftiş etmedi; kimi İmam-Hatip liselerinde verilen eğitimin din öğretimini aşıp müthiş bir tutuculuk eğitimi haline dönüştüğünü görmedi, görmek istemedi. Çünkü gerek askeri yönetimler gerek sivil koalisyonlar gerek iş çevreleri, ‘’komünizm tehlikesi’’ni o derece abartmışlar, adeta paniğe uğramışlardı ki, çok yanlış bir kanıyla tutucu dindarlığın komünizme ilaç olduğu izlenimine adeta iman etmişlerdi ki, gidişatı denetlemek şöyle dursun, desteklediler. 1980 darbesinden sonra, resmi otorite ‘’Türk-İslam’’ sentezi diye, aklı başında sosyal bilimcilerin ‘’deli-gömleği’’ diye nitelendirdiği bir uygulamayı dayattı topluma. Böylece, İslamiyet öncesi Türklük mirası da reddedilmiş oluyordu, günümüz dünyasında çeşitli coğrafyalarda yaşayan ana dili Türkçe olan, kendilerini Türk olarak tanımlayan toplulukların varlığı da reddediliyordu. Tarih tahrif ediliyor, bin yıl önce Anadolu’ya göç eden göçer Türklerin, yani ecdadımızın Alevi olduğu unutuluyor, Alevi yurttaşlarımızın varlığı ya yok sayılıyor ya tehlikeli bulunuyordu, tarihimizin ayıplarında biri olan Alevi düşmanlığı katmerleniyordu.
Tarih Anadolu’ya göç eden Türklerin burada mevcut insanları katlettiklerini yazmıyor! Eğer böyle bir şey olsaydı, Türklerden pek hazzetmeyen Batılı tarihçiler, bunu açığa çıkartır, yüz kere kafamıza kakarlardı! Peki burada yaşayan Türk ve Müslüman olmayan nüfus ne oldu? Pek tabi insanlar birbirleriyle kaynaştılar. İmparatorluklarda irsi saflık aranmaz; ulusallık kültüreldir, tarihsel bağlara dayanır. Nitekim, Atatürk’ün ‘’ulus’’ tanımı tamamen bu bağa dayanır: ‘’Kuruluş Savaşını dövüşen Anadolu halkına Türk milleti denir!’’
Böylece, Atatürk adına darbe yaptıklarını ileri süren ve sonradan ABD ‘nin aparatları oldukları açığa çıkan 12 Eylül darbecileri, Atatürk’ün mirasına ihanet etmekle kalmadılar, ırkçılık ile dinciliğin birbirine dolandığı bir ucubenin yaratılmasına yol açtılar. Osmanlı severlik diye adlandırabileceğim bir dalganın yükselmesine sebep oldular.
Osmanlı kültür mirası elbette değerlidir ve mimariden, mutfağa, şiirden müziğe kadar bir bütündür. Burada unutulan, bu kültürün hiçbir zaman halk tabakalarına mal olamadığı, böylece ulusal kültür düzeyine ulaşamadan bir azınlık kültürü olarak kaldığıdır. Bunu sebebi ise çok açık: Osmanlının matbaaya ve zorunlu temel eğitime iki buçuk asırlık gecikmesidir. Her ülkede, yönetici sınıfların, halk kültüründe ayrı gelişen kültürünü, halk kültürü ile kaynaştırıp ulusal kültürü yaratan, temel eğitimin zorunlu hale geçmesi ve halk yığınlarının matbaa sayesinde yazılı materyal ile tanışmasıdır.
Cumhuriyet, Osmanlı kültürünü yok eden değil, Kurtuluş savaşı ertesi Türkiye’sindeki bir avuç aydın ile okuma yazması olmayan geniş köylü yığınlarından ibaret halkımızı, Osmanlı kültürüyle tanıştırandır, işin gerçeği. Osmanlı alfabesiyle yazılmış tüm belgeleri yeni yazıya aktaran, Osmanlının yağmalanmış bir yıkıntı olarak bıraktığı ecdat yadigarı Topkapı sarayını onarıp müze haline yükselten Cumhuriyettir.
Osmanlı kültü mirası, bugünü yönlendirici bir pusula değildir; ama, günümüz sanatçılarına, bu kültür ile günümüz duyarlıklarını harmanlayarak özgün yaratılara yönlenmelerine imkân sağlayan bir kaynaktır.
Kitabınızın başında kadını köleliğini “fiilen mülkiyet olgusu ve onun psikolojik uzantısıdır,” diyerek özetliyorsunuz. Erkeğin kadın üzerindeki baskısını elbette biliyoruz psikolojik olarak bunu değiştirmek eş değil anne olarak yine biz kadınlara düşmüyor mu?
Meselenin püf noktası elbette mülkiyet ve mülkiyet duygusu. Mülkiyet ve sahip olma isteği ile kadınlık durumunun ilişkisi zaten Engels’in çözümlemesinin -ki toprağa yerleşme ile başlayan cinsiyete dayalı iş bölümüne dayanır Engels’in bakış açısı- yani kadın ev içinde, erkek dışarda üretir- sonucunda kendiliğinden belirir.
Ancak bu işin bir ön basamağı olmalı. Yani mülkiyet nasıl icat edildi? Antropologlara ve onlara dayanan feministlere kulak verirsek, gücü gücü yetene kör döğüşünde kas gücü üstün olan erkekler arasında kimin kılıcı, baltası daha keskin ise kavgayı o kazanmış olmalı. Kimileri ‘’Buralar benim’’ diye toprağa el koydular, üstündeki tüm canlı cansız varlığı malları haline getirdiler. Bu insanlara biz ‘’bey, ağa’’ dedik, Avrupa ‘’lord, kont, prens’’, dedi, Japonlar ‘’şogun’’ dedi; anlaşılan her yerde benzer değişim oldu ve asilzade sınıfı doğdu. Gerisi çorap söküğü gibi geldi.
‘’Anne’’de olağanüstü bir güç vehmediyorsunuz; sıradan kadınlarda sıra dışı bir bilgelik ve gayret olduğunu düşünüyorsunuz. Anne elbette çok etkili, ama bir yere kadar; toplumu sarmış bütün bir ‘’erkeklik kültürünü’’ ne yapacaksınız? Yalıtılmış bir aile düzeninde çabalayan tek bir kadın?… ‘’Aydınlanma düşüncesinin’’, laikliğin topluma yerleşmesi, devletin ve işverenin bu konuda sorumluluk alması, vs gibi hususlar gerekli. Kitapta ‘’Erkekleri Eğitmek’’ gibi bir yazı da var, biliyorsunuz.
Eserinizde Köy Enstitülerinin tarihçesinden de bahsediyorsunuz, “Hazin tarihi” diyorsunuz ki sanırım hepimiz aynı fikirdeyiz. Cumhuriyet Devrimleri ile şahlanmış Türk insanı Enstitülerle aydınlanacak iken kapatılmış olması hala içimizi acıtıyor. Sizce bu günlerin temelleri mi atılıyordu Enstitüler kapatılarak?
Hiç kuşku yok ki öyle. Ancak temelleri atanlar, neyin temelini attıklarının farkında değillerdi. İş camiası ve toprak sahipleri, paranın verdiği sahte güvenle, durumu bu günlere varmadan, az biraz din sosuyla idare edebileceklerini sandılar, kanımca. Diledikleri, bilinçsiz, dolayısıyla ucuz iş gücüne halel gelmemesiydi.
Sezen Aksu’nun Ben Her Bahar Aşık Olurum adlı şarkısında geçen “Güneşli Yağmurlar” sözcüğü eserinizde bir bölüm başlığı olarak karşımıza çıkıyor ve bu bölümde çok önemli bir konuyu, siyaset ve sanatçı konusunu ele alıyorsunuz. “Siyaset insanlarının hesapları ile, sanatçının naif kişiliği ilelebet uyumlu gidemez.” Diyorsunuz. Bu konuya örnekler verdiğiniz sanatçıları ve günümüz şartlarını düşünerek sormak istiyorum. Sanatçı yönetim karşısında kendini yalnız ve çıkmazda hissettiği halde neden bir bütün olamıyor, bütün olarak tepki veremiyor?
Sadece sanatçılar değil, kimse doğru dürüst örgütlü tepki veremiyor. Toplumumuz örgütlenme yönünde acemi, bunun bir sebebi, otoriter aile yapılarımızda yatıyor belki. Bir başka sebep, az önce dile getirdiğim hususla bağlantılı olarak ‘’bireyleşme’’ de acemi kalışımız. ‘’Birey’’ hep ben ben diyen bir egoist değildir; haklarının ve sorumluluklarının bilincinde ve bu bilince göre eyleyen kişidir, gerektiğinde kendini geri çekmesini bilir. Örgütlerin dağılmasında bu ‘’yanlış bireyselleşme ‘’ rol oynuyor, bana kalırsa.
Sanatçılara gelince. Sanatçı yaratısını topluma armağan eden kişidir. Üçlü bir süreç: Yaratma, yaratıyı sunma, sunuşa alınan tepkiler. Gerçek sanatçılar, yani doğuştan sanatçı olanlar, yani sadece yetenekle değil kişilik gereği de sanatçı olanlar, asıl doyumu yaratma sürecinde bulurlar. Hevesliler için -ki emek ve irade ile onlar da birinci sınıf eserler verebilirler- diğer aşamalar daha doyurucudur. Böylelerinin, benzerleriyle değil de gerek siyasal iktidarla gerek sanat kolunun gerek niteliksel gerek parasal otoriteleriyle birlikte olmaları daha kolaydır.
Türkiye’nin laiklikten uzaklaşma sürecinde, AKP’den çok daha önceleri, yeni yeni palazlanan dinci-ticari çevrelerin mali desteğiyle, özel televizyonlarda ‘’Müslüman nasıl yaşar’’ diye programlar yapan, 1000 yıllık Müslüman bir ülkede tereciye tere satan, dönemin pek ünlü bir edebiyat yazarını gençler hatırlamaz; ben hatırlıyorum. Merak eden, internetten araştırabilir. Servet ve şöhret uğruna alçalmanın sonu yok!
“Dil hayatın çocuğudur, yaşayan bir varlıktır,” diyorsunuz. Yeni neslin bu konuya, Türkçemize duyarsızlığını biliyoruz. Gençlere bu konuda ne söylemek istersiniz?
Akıllı telefon kısaltmalarıyla yetinmemelerini, hayatlarında kelimelere yer açmalarını söylerim. Türkiye’de insanlar arasında her konuda feci bir iletişimsizlik yaşanıyor. Bırakınız siyasal iletişimi, gündelik yaşamda, aile üyeleri arasında feci iletişimsizlikler yaşanıyor. Sözcüklere yabancılaşmış bir insan kendini anlayamaz, çünkü duygularını adlandıracak sözcük dağarından yoksundur. Adlandıramadığınızı yakınınıza nasıl iletirsiniz? Bu durum ya yanlış anlamalara ya da topyekûn anlaşılamamaya yol açar. Şiddetin yükselmesi için en uygun ortam!
edebiyathaber.net (29 Mart 2024)