Erkan Tuncay’dan, Jaklin Çelik’in “Öfkenin Şenliği” adlı romanı üzerine bir yazı

Şubat 18, 2008

Erkan Tuncay’dan, Jaklin Çelik’in “Öfkenin Şenliği” adlı romanı üzerine bir yazı

İnanç Söyleminin Yurtsuzlaştırdığı Kadınların Öyküleri   

     Yaşamın sıradan ayrıntılarını sanki bir büyüteç altına alıyor Jaklin Çelik. Sıradan, dikkat etmediğimiz bir ayrıntıyı ele alıp, işleyip sanat katına çıkarıyor. Ele aldığı sıradan, handiyse yaşamda rutinleşmiş bir ayrıntı Jaklin Çelik’in öykülerinde önemli bir sorgulamanın konusu oluyor. Değil mi ki insanız, o zaman o küçük ayrıntılara bakarak, içinde bulunduğumuz insanlık hallerini bu kısa romanda görmemizin zamanıdır. 

     Kitabın en önemli bölümü olan Paskalya Yortusu’ndan öncede* işte yazar tam da bunları başarıyor. Bölüm, “ Ağlama Gecesi”nde kırk kez arka arkaya söylenen ‘ Merhamet Ya Rab’ duasının yirmi ikinci tekrarında, papaz yardımcılarından birinin sıçana sıkı bir tekme savurmasıyla başlıyor. Sıçana savrulan tekmenin, daha önce ona sunulan zehirin, bir kilisede ‘ Merhamet Ya Rab’ diyen dilin taşıyıcı öznesi olan insanlar için nasıl bir dilemma olduğunu ustalıklı bir anlatımla gösteriyor yazar. 

     Jaklin Çelik’in sıradan bir ayrıntı üstüne, kilisede Tanrı evinde kurduğu bu etkileyici atmosfer, insanlık hallerinin çelişkilerine uzanıyor. Bu bölümdebaşardığı şey, insanın uyarıcı-tepki bağlamında ortaya koyduğu reflekslerin, kullandığı inanç söyleminin (merhamet ya Rab!) varoluşsal açıdan tutarsızlığını göstermesidir. Yazar bunu Öfkenin Şenliği’nde gündelik dilin söylemine ayrıntılı bir bakış açısıyla gerçekleştiriyor.  

     Bu kitabında insan varlığını; inanç, inancın dili, doğası bağlamında bir sınava tabi tutuyor Jaklin Çelik. Üstelik bunu Tanrı evinde yapıyor. Orada bile, “ Ortak yaşam alanımızdan devşirdiğimiz bilincin,”(s.8) nasıl da anlamsızlığa büründüğünü görmemizi sağlıyor. Bir sıçanın çektiği acıdan, insan acısının bireyselliğine, insan inancının ortasında verilen son nefesi tırnak içine alarak, anlamsal olarak çözümlüyor.

     Yazar ortak yaşam alanından devşirdiğimiz bilincin eylem, dil bağlamına bakarak, insanlık durumlarının çelişkileriniPaskalya Yortusu’ndan öncede çok güzel veriyor. 

      Sıçanın ölümünden, Ramela’nın çocukların gözündeki cadılığından, kilisedeki yaşlı adamın ölümünü istemeye doğru evrilen insan bakışı Tanrı evindeki ayrıksı bir durum olarak anlatının merkezine yerleşiyor. 

     Burada  yazar, Rab’bin yarattığı bir varlık olarak merhametin insanda aklıyla(bilinç) kalbi(vicdan) arasında, kalpten uzak akla yakın bir yerde durduğunu sarsıcı bir sorgulama diliyle veriyor. İnsanın öze dönük sorgulama eksikliği de, öykünün sarsıcı dilinde açığa çıkıyor.

     Bu sıkı bölümden sonra yazar Ramela, Mari ve Şake(Ayşe)’nin öykülerini anlatmaya başlıyor. İşe ilk önce kendinin bu serüvenin neresinde yer aldığını anlatarak başlıyor . İlk öyküdeki ortak bilincin inanç söylemini ve onun getirdiği eylemselliği çözümleme burada yerini, sesin ve kokunun çağrıştırıcı gücünün ortaya çıkışına bırakıyor. Bu yüzden Ratingen’den İstanbul’a, çocukluk yıllarına, içinde bulunduğu kilise korosuna, tanıklık ettiği sıçanın ölüm olayına anımsayışlarla, çağrışımlarla geri dönüyor anlatıcı. 

     Jaklin Çelik zamanı, koku ve nesne görünümleri üzerinden vermede oldukça başarılı. Paskalya Yortusu’nun gecesinde Ramela’nın evindeki eşyalar, gümüş kadehler, giysisine sinmiş buhur kokusu hep geçmişin canlı izlerini temsil ediyor. Burada var olan göstergeleri zamanı okumak için kullanıyor anlatıcı. Kurduğu zamanın bu göstergesel anlamı, Ramela’nın geçmişini şöyle resmediyor:

     “ Fotoğrafla canlanıp sönüyor, çerçevelerin içindeki hapis görüntüler üzerlerindeki loş ışık çekilinceye kadar anlık anlatılarını hızla tamamlamaya çalışıyorlardı.”(s.19)

     Yer yer yazarın şiirsel anlatımına da tanıklık ediliyor kitapta:

     “ Tıkırtılar tekrar duyulduğunda Ramela gölgeler ve görüntülerle yıkanan bakışlarını yere çevirdi.”(s.19)

      Kitapta üç kadının farklı dünyalarını, üç farklı anlatımla veriyor yazar. Bu üç ayrı kuşak temsilcilerini (birisi de anlatıcıdır) üç ayrı yazı karakteriyle veriyor. Anlatımdaki döngüsellik doğduğu topraklara, İstanbul’a dönen anlatıcı kadınla, bir başka düzlemde bu noktadan göç ettirilmek zorunda kalınan Ramela ve kızlarının yolculuk serüvenleri geri-ileri zıtlığında veriliyor. Sarmal bir şekilde ilerliyor bu yüzden anlatı. Ramela’nın, kızları Şake’nin ve Mari’nin kimi zaman kesişen, kimi zaman birbirinden uzağa düşen yaşam olayları, birbirine geçişli bir anlatımla okura sunuluyor. Yazar tercih ettiği gündelik, mitsel, Kutsal kitap söylemiyle, bu üç kadının yaşam serüvenlerine derinlik katmış. Bu yüzden yer yer metinler içe kapanan anlamlar, sonra açılmalarla ilerliyor.

     Geçmişin şimdiki zaman üstüne düşürdüğü gölgelere ışık tutmaya çalışıyor anlatıcı. İş makinelerinin tırnaklarını geçirdiği İstanbul adlı bölümde doğduğu kente yaklaşınca geçmişin gölgesinde daha çok kalmaya başlayan bir anlatıcı, göçebe var. Avrupa ülkelerinde yine geçmişin gölgeleri üstüne düşüyor. Toronto’da yemek yediği bir lokantanın işletme sahibi Ermeni bir adam anlatıcı kadına, ola ki yolu Harput’a düşerse, tanıdığının büyükbabasından kalan bir tutam saçı veriyor. Bu durum anlatıcının, “ Bize miras kalan şey, ölülerin acılı ruhlarıydı ve onlardan kaçış yok. Zaman eskimiyor,” diye düşünmesine neden oluyor. Bu yüzden geçmiş bir miras olarak sahiplenilemez. Çünkü şimdidedir o. Şimdinin ruhuna üflemiştir. Bunun için Öfkenin Şenliği’nin aynı zamanda kaçacağı, sığınacağı yeri olmayan, köksüz insanların öykülerinden oluştuğu söylenebilir. 

     Anlatıcı kadının dönüş yeri olan ev, kırık dökük olarak kabul edilen köklerin yörüngeden çıkmış gezegeni (vatan) olarak algılanıyor. Çünkü bir zamanlar insan adları(uyarıcı), ötekileştirme söylemi/eyleminin(tepki) ortaya çıkmasını sağlamıştır bu topraklarda.

     “ Ara sıra isimlerimizden dolayı parmakla gösterilen vebalılar gibi, dokunulması yasak ama tükürülmesi ve itilip kakılması serbest birer hedef haline gelmiştik. 6-7 Eylül Olayları’nda kapısına çarpı işareti atılan evlerin duvarları, 12 Eylül Dönemi’nin devrimci sloganlarıyla renklenmişti.”(s.43) 

     Kitapta anlatılanlar bu yönüyle kimliğimiz üstüne yarattığımız miti, onun getirdiği söylemi sorgulama konusu yapması açısından önem taşıyor. Yıllar sonra Maraş olaylarından bir gün önce insanların kapılarının çizildiğine tanıklık ettiğimiz bu topraklarda, insanın din, ırk söylem ve mitinin hala reflekslerini koruduğunu göstermesi açısından üzüntü vericidir. 

     Yukarıda söz konusu edilen bu isimlendirme Şake’de somutluk kazanıyor. Adı Ayşe olarak değiştirilen Ermeni Şake’nin bu iki insan/ad arasında yaşadığı benlik dağılmışlığı bir insanlık durumu olarak Yıkıntılar arasında Ramelada dikkat çekici bir şekilde verilmiş.

    Semiyotik açıdan 40 sayısı bu kısa romanda önemli bir anlam üstlenmiş. Bir yerde bu sayı Tanrının merhametini, bir yerde kırk körpenin yerini temsil ediyor. Kitapta bir de ev (yurt, toprak, Tanrı, öfke) önemli bir temsil işlevi yükleniyor. Anlatıcı kadının emlakçiye gösterdiği ev, bir yerde öfkenin de, dağılmışlık duygularının da yerine geçmiş.

     Anlatıcının babasının bu evde yaşadığı ruhsal hastalık, İsa’nın çarşaf içerisinde sallanarak uyutulmuş gibi duran resmi, Mari’nin intiharı, Yeşil Adam, sıçanlara yemek yapıp veren ihtiyar Ramela, insana verilmiş dil ( Tanrı’yı konuşmak için), Tanrı’nın gözü (izlemek için), köksüzlük yer yer masal, yer yer fizik, metafizik anlatımlarla, yeniden dönüşlerle kitabın ilerleyen bölümlerinde yer alıyor. 

     “ Zaman akıyor, ışık çürüyüp siliniyordu,” gibi zihinde çağrışımlara açık mitsel, felsefi, dilsel, varoluşsal söylemleriyleÖfkenin Şenliği, çoğul okumalara açık usta işi bir kitap olarak not edilmeyi hak ediyor.  

 * Yazar romanın bölümlerini, ilk cümleleri koyu vererek adlandırma yoluna gitmiş. Yazıda bu tercihe sadık kalınmıştır.

Erkan Tuncay – edebiyathaber.net (28 Mart 2011)

Yorum yapın