Maltalı yazar Immanuel Mifsud’un 2011 yılında Avrupa Birliği Edebiyat Ödülü’ne layık görülen Babanın (ve Oğulun) Adıyla kitabı, Mesut Varlık’ın çevirisiyle Axis Yayınları’ndan taze yayımlandı. Mifsud’un, babasının 1939’dan başlayarak yazdığı savaş günlüğünü bulması üzerine ortaya çıkan bu kitap, metinden seçtiğim ve başlık olarak kullandığım ifadeyle; “erkekliğe ve babalığa dair yansımalar” içeren yüzleşme ve barışmanın birlikteliğinden harman bir kitap.
Bahsedeceğim yüzleşme ve barışmanın, ilk bakışta akla gelebileceği şekilde, Mifsud’un babasına karşı giriştiği duygu-durumsal bir mücadele olmanın yanı sıra kendisine dair ve “karşı” deneyimlediği ruhsal karşılaşma iradesini de barındırdığını düşünüyorum. Babayla ve babanın yansısı vasıtasıyla kurulan “erkek benlik”e karşı girişilen bu barışma ve yüzleşmenin çift kanatlı yolculuğu diyalektiğin ipleriyle birbirine kenetli. Buradan hareketle kitaba dair kritik yazımı bu diyalektik ilişki üzerine inşa edeceğim.
Kolektif bilinçdışı izleği
Mifsud’un babasıyla ve kendisiyle zaman içinde değişkenlik gösteren ilişkisini anlattığı oto-kurmaca metnini ele alırken, psikanalizin Freud durağında, babayla kurulan ödipal ilişki açıklaması yardımcı olmuyor, bu nedenle başka duraklara uğramakta fayda olduğunu düşünüyorum. Lacan’ın fallus göstereninin simgelediği ya da Jung’un kolektif bilinçdışının arketipsel yapısı açıklamaları uğrayabileceğimiz diğer duraklar.
Bu durakların işlevselliği, birey-toplum ikiliğinin sınırlarını silikleştirip insanı, bir bütün olarak toplum ve benliğin diyalektik süzgecinden geçmiş bir anlayışla ele almalarından ileri geliyor. Çünkü bu böyledir, benimsenilen, benimsetilen, taklit edip, taklide teşvik edilen ancak bir zaman sonra benlik ve kimliğin iç içe geçtiği yıllarda, taklidin ötesine geçip, “ben(lik) kim(lik)?” sorusuna şüpheye düşülmeksizin, katıksız, şaibesiz, mutlak, sıkıca sarılarak, bir olunarak verilen cevabın kendisi olmaya başlar insan. Hep böyle midir? Pek sayılmaz, ama sürecin kendini tamamladığı yaşamlar hiç de az değildir.
Bu minvalde başlamadan evvel, metni ele alırken daha yoğunlukla değineceğim “baba arketipi” kavramını açmakta fayda var. Jung’un kolektif bilinçdışı, tarihin dünyaya gelene bıraktığı miras olarak düşünülebilir. Bu miras çeşitli arketiplerin yapısal dizgisinden oluşmaktadır. Yaşamımız boyunca değerlendirme süreçlerimize dâhil olan kolektif bilinçdışı, herkes için, çeşitli durum ve var olma biçimlerinin niteliklerini belirleyen bir tür fabrika vazifesi görür. Bir diğer deyişle birçok toplumsal kabulün imalatçısı ve pazarlamacısıdır.
Bu vazifenin alet çantasıysa arketiplerdir. Arketipler, çeşitli göstergelerle bezeli, değerler/değerlendirmeler bütünüdür. Barındırdığı göstergelerin işaret ettiği var olma biçemi, toplumsal yaşamın örgütlenmesi için oldukça önemli bir yere sahipken aynı zamanda bireyin benlik oluşumu sürecinde de etken rol oynar. Buradan hareketle, metinde değineceğimiz “baba-arketipi”, Mifsud’un kendini değerlendirme ve oluşturma sürecinde babasının temsil ettiği değerler, değerlendirmeler ve var olma biçemlerinin tamamına işaret edecek.
Yolun başı
Annesinin cenazesinde ağlayan babasını izleyen Mifsud, bu gözlemin notunu şöyle düşer: “Bu olmamalıydı ama oldu; gözlerin doldu ve yaş aktı.” Baba-arketipinin temsil ettiği değerlerle uyuşmayan bu görüntü, Mifsud’un da kanıksadığı baba figürü göstergelerine dair fikir vermesi açısından önemli çünkü ağlamayı yakıştıramadığı babası onun gözünde; “Asker olmak için cesur olmalıydın ve erkekler cesaretlerini göstermeliydi, aksi halde ergenden hallice oğlanlar olarak kabul edilirlerdi. Sen bir erkektin” alıntısında dile geldiği haliyle anlamlı. Bu alıntıda ilginç bir başka nokta, kolektif bilinçteki arketipin yol açtığı erkek-oğlan karşıt çiftinin birlikteliğinde, metin boyunca devam edecek karşıtlaştırma eğilimini de görebiliyor olmamız. Kendine ve babasına dair anlamlandırmanın karşıt çiftlerle işliyor olması, Mifsud’un kendini babanın yansısına uymayan karşıt çiftin diğer yüzü olarak gördüğünü gösteriyor ve bölünme, çatışma baş gösteriyor.
Öyle ki “Sana karşı gelmeyi seviyorum” denilen, taklide teşvikin ilk gençliğe denk geldiği yıllarda dahi, arketip varlığını rüyaya sızdırıp çatışmaya sebep oluyor. Tıpkı Mifsud’un babasının fahişe kadına dair uyarısını kulak ardı edip, bunun notunu “Ama ben senin sözlerine kulak vermedim. Bu benim isyan tohumumdu” dediği yıllarda olduğu gibi.
Arketiple çatışmanın sızdığı rüyalar Mifsud’ta şöyle dile geliyor: “Rüyalarımı sert askeri adımlarla doldurdun; uçaksavar topunun çatırtılarıyla; havada süzülen Stuka’ların acı feryadıyla. Kusturucu apoletler ve üzerine işeyen İngiliz zabitlerle doldurdun rüyalarımı…”
Tüm bu çatışmaların yerini çözünmeye bırakması için, arketipin kabulü ya da kesinkes reddinin gerçekleşeceği zamanlar gelmelidir. Aksi takdirde üçüncü ihtimal olarak “bulunduğun yerin ‘gavuru’ olmak” halinin yol açacağı ikircikli tutumundan sebep; yaşam, süreğen mücadelenin muharebe alanına dönüşecektir. Çünkü kendini yansıda çarpık görmüşsündür bir kere: “Bense, bir dikendim senin gözünde. Batsa da şükrettiğin bir diken.” Varlığını hem diken hem dikenin bağlı olduğu güle benzer bir güzellik olarak görmek işe yaramaz, dikenler batar, saplanır, kanatır.
Muharebe alanı
Kitabın ilerleyen kısımlarında Mifsud’un baba-arketipi ile arasındaki makasın giderek açılmasına dair örneklerin arttığı noktada, Mifsud artık bir savaşta olduğunu kabul ediyor; yüzleşme ve barışmanın kendine dönük yüzü açığa çıkıyor:
“Hiç mi cesaretin yok? Senin gibi yetişseydim, hepsini tek tek yere sererdim. Kime diyorum, ağladığını görmek istemiyorum.
Ama ben yıkıldım ve ağlıyorum. Yine kaybettiğim için ağlıyorum. Anlıyorum ki benim nihai savaşım Barbara’nın veya Franky’nin çetelerine değil, sana karşı. Seninle savaşmak istemiyorum, çünkü ben…”
Bu alıntıda, hâlâ kendine babanın sesinden ışık tutan, ancak muharebenin farkına varmış Mifsud bir arada. Babanın sesi, kendini değerlendirme sürecine dâhil olup olmadığı, olamadığı her şeyi anımsatan ve tam da bu sebeple savaşa yol açan nedenin ta kendisi.
Kendine ve babaya dair yüzleşmenin olgunlaştığı aşamaya geçmeden evvel babanın farkına varmak meselesini biraz daha açalım. Mifsud, babasına dair anılarını aktardığı bir anda, babasının belleğine tesirli sirayetinin farkındalığını şu sözlerle ifade ediyor: “Bütün bunları Babanın Adıyla hatırladığımı fark ettim; seninle ilk anılarım, tutamadığım ilk gözyaşları, ilk savaşlar, ilk gerginlikler. Hepsi, Babanın Adıyla.” Babanın adı, kendisiyle kurduğu ilişkinin yansı vasıtasıyla sarmalandığına işaret ediyor. Baba-arketipinin içerdiği değerlendirme kıstasları, kendini keşfetmesi, değerlendirmesi ve oluşturma süreçlerine de sızıyor.
Farkındalığın ilk evresinden sonra Mifsud’un asker babasına karşı küçük çaplı silahlanma tarzlarını izliyoruz:
“Bütün emirlerini çiğnedim, biliyor musun?… Hakkımda ne biliyorsun? Kendimi nasıl bir karmaşanın içinde bulduğumu biliyor musun; ağlak oğlunu hayal bile edemeyeceğin türden bir karmaşa? Biliyor musun? Tabii ki hayır. Seninleyken, senin yönetimin altında, uzun zaman rol yaptım. Yönetmen sendin, bense başrol. Ve öyle iyi oynadım ki kıpırdamadan oracıkta oturdun ve olayların gelişmesini izledin. Artık rolüme öylesine alıştım ki devam edeceğim, yorgun olsam da, sahneyi ve senaryoyu biliyorum, devam edeceğim.”
Kendini babanın yansısında değerlendiren ve uyuşmazlığın ayırdına varmış Mifsud, babaya yansı olmayan kendini tanıtmaktansa, babayla ilişkisinde yansı Mifsud rolünü sürdürme, bir diğer deyişle gizlenme yolunu seçiyor, bu da bizi ilişkilerinin bir sonraki evresine götürecek.
Barış zamanı
Ve işte şimdi Mifsud, babaya karşı, bahsi geçen üç mücadele tarzından hangisini seçtiğini işaret ediyor: “Üç pırpırlı ve sandık dolusu madalyaları olan bir askerle nasıl mücadele edebilirdim? Sen top ateşlerken ben nasıl sapan kullanabilirdim? Davud ve Golyat gibiydik. Yahut, İbrahim ve İshak. Ve bir gün üzerimdeki gök aydınlandı, o gürleyen sesin benden razı olduğunu duydum.”
Artık barış sağlanmış, fantazi fanusundan babanın affı çıkmış, Mifsud babanın yansısında bulamadığı benliği ve babanın yansısından tasarladığı persona arasında ikili bir yaşam sürmeye başlamış: “Sana kendimle ilgili anlatmak istediğim çok şey var ama asla yapamadım. Sana kim olduğumu anlatmak istediğim çok zamanlar oldu ama kendimi tuttum.”
Baba-arketipinin oğul üzerindeki etkisini okuduğum bu oto-kurmaca, geçtiğimiz sonbahar Moda Sahnesi’nde izlediğim, yine bir oto-kurmaca olan, Babamı Kim Öldürdü? oyunundan, baba arketipinin baba üzerindeki etkisini izlediğim bir sahneyi anımsattı. Benzer şekilde baba-erkeklik arketipine uygun olmayan oğulun babayla ve baba-erkeklik arketipiyle giriştiği mücadelenin anlatıldığı oyun, meseleyi birçok açıdan ele alıp, karşıt çift sembolizmini yansıtmakta mahir bir oyundu.
Anımsadığım sahne, ana karakterin okul servisinin şoförüyle yaşadığı tartışmayı babasına mahcup anlatışının ardından, kendisine kızmasını beklediği babasının şoföre gidip oğlunu savunup konuyu kapatışını anlattığı sahne idi. Burada tıpkı Mifsud’un babayla ve kendiyle barıştıktan sonra ikili yaşam oynamayı seçmesine benzer şekilde baba için bir tür ikili yaşam söz konusu. Tek fark, muhtemeldir ki oyundaki baba, bu tarz bir ikili yaşamı Mifsud’un geçtiği sorgulamalardan geçmeksizin, istisnai anlarda deneyimlemekte. Bu istisnai durumun kaynağı, Mifsud’un doğum ânında babasını konuşturduğu bölümde açığa çıkıyor: “İşte sana unutmaman gereken ilk hayat dersi: Ben senin babanım, istemeden yaptım seni. Ve bu da ikinci ders: Senin için canımı veririm oğlum, çünkü etin etimden kanın kanımdandır; ben olmasam, sen var olmazdın.”
Yol ayrımı: Oğulun baba oluşu
Baba-erkek arketipine tüm uyuşmazlığına rağmen kendiyle yüzleşip barışmış Mifsud, kendi oğluna baba olduğu dönemde oğlunu, göbek bağını kesip onu annesinden ayırdığı ânın tasviriyle, arketipin bir şekilde tevarüs eden yapısına dair uyarır: “Sonra ebe bir makas uzattı bana. Seni annenden kestim. Yegane bağlantı noktasını kopardım. Sizi ayırdım. Seni serbest bıraktım. Fallusa sahip olan benim. Halen de müdahale ediyorum işte. Seni kopardım. Ayırdım.”
Son bölüm “Stabat Mater”,* isimlendirmesiyle vakt-i zamanında yüzleşilip barışılan babanın adı şimdi kendi varlığında sahneye çıkmışken, oğluna tanıyacağı özgürlüğü mümkün kılan, içindeki ölü babanın ardından söylenen ilahi niteliğinde sembolik bir önem taşıyor, bana kalırsa.
Yazıya son noktayı, Mifsud’un oğluna bir vasiyeti, anlayışın ve tavsiyenin birlikteliğiyle özgürleştirici itirafıyla koyalım:
“Yarın bana Sylvia Plath gibi, Baba, seni öldürmek zorundaydım, diyecek olsan, bana aynısını yaptığımı hatırlatmış olursun. Babamı defalarca öldürdüm, farklı şekillerde… Belki bir erkek değil ama başka bir şey olduğumda öldürdüm onu.”
“Yarın bana Sylvia Plath gibi diyecek olsan;
Kara şişko kalbinde bir kazık
Ve seni hiç sevmedi köylüler.
Üzerinde dans edip ayak vurdular.
Senin kim olduğunu biliyorlardı.
Babişko, babişko, bitti piç kurusu seninle işim.
Peki evlat, haklı olabilirsin demekten başka ne diyebilirim ki?”
* Staba Mater: İsa çarmıha gerildikten sonra annesi Meryem’in çektiği acıları konu edinen ilahiler.
edebiyathaber.net (22 Mayıs 2023)