Aytekin Yılmaz’la, doğrudan doğruya olmasa da Labirentin Sonu (İletişim Yayınları, 2003) kitabı aracılığıyla 2003’ten beri tanışırım. Şimdiye kadar çıkan kitaplarının hepsini okudum ve üzerlerine bir şeyler yazdım. Türkiye’ye geldiğim 2009 yılında yüz yüze tanıştık. O zamandan beri arkadaşızdır, zaman zaman bir araya gelip ağırlıklı olarak edebiyat üzerine sohbet ederiz. Hapisteki mahkûmların edebiyat çalışmaları için çıkardığı Mahsus Mahal dergisinde de yazdım dört beş yıl önce.
Son kitabı Ernesto’nun Dağları’nı yeni okudum. Aytekin aynı izlekten devam etmiş: Örgütlerin “devrimci şiddet” adına kendi üye ve taraftarlarına şiddet uygulaması.
Yirmi yıl boyunca dağlarda ve hapishanede çetin mücadeleler vermiş ve yiğitliğiyle ünlenmiş “Ernesto” lakaplı Heja Kevir dağda büyük bir değişim geçirerek “devrimci şiddet”i sorgulamaya başlar ve bundan sonra kafasında her şey çorap söküğü gibi çözülür. Örgütün ve örgüt liderinin hilelerini gördükçe gözü daha da açılır. Roman, bir anlamda ortadan başlamakta, sonra geriye ve ileriye doğru gelişmektedir. Geriye doğru ilerlerken Ernesto Heja Kevir’in uyanış sürecini, ileri doğru ilerlerken de onun zalimce yargılanma süreci içinde nasıl adım adım ölüme sürüklendiğini okuruz.
Sığınma hakkı
Heja Kevir, müttefik bir sol örgütün kampına sığınır ve bu örgüt tarafından, kendi rızası dışında örgütüne zorla teslim edilir. Her şey gibi bu da bir bilinç sıçramasıdır onun için. Görür ki, bu örgütler, çok eleştirdikleri burjuva devletlerinin insanlara tanıdığı ya da tanımak zorunda kaldığı hakların bile çok gerisindedirler:
‘Bunun adı ne peki? Kampınıza sığınmış birini örgüte vermek başka ne anlama gelir, uluslararası hukuki sözleşmelerde burjuva devletleri bile böyle bir karar almıyor. Yoldaşlardan Avrupa ülkelerine sığınmış birinin devlete teslim edildiğini duydunuz mu?’…
‘Burjuva hukukuyla devrimci hukuku nasıl bir tutarsın, sana yakışmadı bu sözler.’
‘Bir tutmuyorum, sizinkinin daha kötü olduğunu söylüyorum. Çünkü o ülkeler hukuklarına saygılarının bir gereği olarak, ülkesinde riskli durumda olan devrimcileri iade etmiyorlar. Sığınmalarına izin veriyorlar. Bunu söylüyorum.’ (s. 21)
Tepegözler örgütü
Öyle sanıyorum ki, bu ve buna benzer durumlar Aytekin Yılmaz’ın on yıllık hapislik döneminde gerçekten de karşılaştığı, yaşadığı ya da tanık olduğu veya duyduğu şeylerdir. Örneğin Labirentin Sonu’nda bir örgüt tarafından içeride infaz edilen Mehmet’in durumuyla ilgili yazdıklarını hatırlıyorum. Aytekin, infaza hazırlanan örgütün hapishane şeflerine doğrudan başvurur, böyle bir şey yapmamaları için. Sağır bir duvarla karşılaşır. Bunun üzerine diğer örgütlere gider, “müdahale edin, kurtarın bu genci” der. Aldığı cevap şudur:
‘Örgütün iç sorunları o örgütü ilgilendirir’… Peki neden böylesi bir olay karşısında suskun kalınıyor? Çünkü benzer şeyleri birçoğu da yapıyor. Yarın buna benzer bir tasfiyecilik, grupçuluk olayında benzer şeyleri kendileri yapacak. Bu yüzden tıpkı devletlerarası hukukta olduğu gibi, bir örgüt başka bir örgütün iç sorununa karışmıyor. Türk devleti insan haklarını ihlal ettiğinde Avrupalı devletler tarafından eleştirilir. Buna karşılık Türk devleti de bir açıklama yapar, ‘Bu bizim iç meselemizdir’ der ve çıkar işin içinden. Şu an buradaki örgütlerin durumu da buna benziyor.” (Labirentin Sonu, s.39)
Dolayısıyla “Devrimci” iddialı örgütlerin sorumluları tutucudan da tutucu, eyyamcıdan da eyyamcı, korkaktan da korkaktırlar. Bunlar, bırakın devrim falan gibi ciddi işler yapmayı, kapının mandalını bile değiştiremeyecek kadar inisiyatifsiz, daima yukarıyı gözetlemekten adeta birer tepegöze dönüşmüş zavallılardır. İşte kahramanımız Ernesto Heja Kevir onlarla aynı kumaştan olmadığı, devrim davasına gerçekten inandığı için bu tepegözler tarafından yargılanarak en sonunda o koca yüreğiyle bir çuvala sığdırılıp yok edilmiştir.
Hukuk yoksa frensiz bir arabadasın
Üstelik bunların uygulamalarını en azından formel planda denetleyecek bir hukukları da yoktur. En tehlikeli iktidar biçimi kural ve hukuk tanımaz iktidar biçimidir. Çünkü artık o frensiz bir arabadan farksızdır ve önüne geleni ezip geçer. Yargılamaya, prangaya vurularak çıkarılan Heja Kevir’den dinleyelim:
‘Bu halimle mi beni sorgulayacaksınız, darbe yıllarında askeri faşist mahkemelerde yargılandım. Ama ne ayağıma zincir vuruldu ne ellerim kelepçeliydi. İfade almadan önce ellerimi çözerlerdi. Oysa siz ayağımdaki zinciri çıkarmıyorsunuz. Bu halde yargılamayı mahkemeniz kabul ediyor mu?’ … Ernesto neler söylüyordu? Savaştıkları devlet mahkemelerinin daha adil davrandığını mı ima ediyordu?” (s. 62)
Hayır, ima etmiyor, söylüyor bence. Çünkü gerçek bu. Adaletsizliği devrimcilik sanan kapıkullarının hep sığındıkları bir gerekçedir bu: Yani onların adaletini mi övüyorsun? Hayır onu övmüyor, sizinkinin daha kötü olduğunu söylüyor. Devrimci adaleti ayaklar altına düşüren sizleri suçluyor.
Bağımsız olacaksan hain de olmalısın!
Aytekin Yılmaz’ın bütün kitaplarında işlenen bir tema bu kitapta da gündeme geliyor. Örgütler, hapishanede “bağımsızlar” koğuşuna tahammül edemez, bağımsızların bir an önce idareye teslim olmasını ister, bunun için elinden geleni yapar ki, taraftarlarına dönüp, “bakın, gördünüz mü, bizi terk eden nasıl da devletin yanına gidiyor” diyebilsin. Bu yüzden örgütlerin en tahammül edemediği tipler, örgütten bağımsızlaşıp idarenin ya da devletin safına gitmeyi reddeden devrimcilerdir. Aynı tema bu kitapta da var.
‘Eğer Sanço benden kurtulmak istiyorduysa ayrıldığım halde beni neden tutuklasındı? Hele bir de dağları terk etmeyeceğimi öğrendikten sonra bunu yapmak hiç istemezdi. O, örgütten kaçanların, ayrılanların devlete sığınmış hain olanlarını seviyordu. Ayrılıp başka yerde mücadele edenleri sevmezdi.’ (s. 68)
İki emansipasyon
Bana kalırsa, bir devrimci hayatında iki kere emansipasyon yaşar. Birincisinde sistemin köleliğine isyan edip devrimci mücadeleye katılır. Fakat bu henüz yarım bir emansipasyondur. Emansipasyonun tam olabilmesi için ikinci bir emansipasyon yaşanmalıdır ki, bu da örgütün ve ideolojinin köleliğinden kurtulmaktır. İkinci emansipasyonu yaşayan bir devrimci hızla özgürlükçü fikirlere yönelir ve birbiri ardından yeni fikirleri benimser.
Örneğin şiddet mevzuunu sorgulayan Heja Kevir’in ilk vardığı sonuçlardan biri gözü olan hayvanların insanlar tarafından yenilmesinin yanlışlığı ve dolayısıyla vejateryen olma gereğidir:
… bir insan kendi çocuklarını sevip okşarken, onlara gelecek her türlü zararı önlemeye çalışırken, diğer taraftan kasaba gittiğinde kuzu etini satın alabiliyor ve yediği etin bir koyunun yavrusu olduğunu biliyor. (s. 149)
Keza, Heja Kevir, savaşılan ordudaki askerlerin vicdani ret hakkı savunulurken, gerilla saflarındaki vicdani retin ölümle cezalandırılması arasındaki büyük çelişkinin de bilincine varır. Mutlak vicdani ret hakkını tanımak ikinci emansipasyonun zirve noktalarından biridir.
Heja Kevir değil ama onun izinden giden Kenda, sonunda devrimci şiddeti sorgulayıp sivil itaatsizlik noktasına vararak ikinci emansipasyon yolunda bir adım daha atar:
‘Dünya artık elde ilah savaşmayarak farklı sivil itaatsizliğe dayalı mücadele yöntemleriyle de daha özgür ve yaşanılabilir bir yer olabilir. Savaşsız bir dünyayı savaşın ürettiği argümanlar üzerinden düşünerek yaratamayız.’ (s. 164-165)
Şizofrenik bir alem
Aytekin Yılmaz’ın, son kitabı da dahil bütün kitaplarını okuduğumuz zaman örgüt şeflerinin şizofrenik bir alemde yaşadıklarını görürüz. Şöyle ki, karşı tarafta suçladıkları ve lanetledikleri her kötülüğü fazlasıyla kendi saflarında yapmaktadırlar. Hapishaneleri kınarlar, kendileri hapishane kurarlar; işkenceyi lanetlerler, kendileri işkence yaparlar; infaza ve idama karşıdırlar, kendileri idamın ve infazın alâsını yaparlar; fikir özgürlüğünü savunurlar, kendi içlerinde fikir özgürlüğüne izin vermezler; vicdani reti savunurlar, kendi gerillalarını savaştan kaçtı diye kurşuna dizerler vb.
Ve şu işe bakın ki, mücadele sırasında en fazla başvurdukları mücadele tarzlarından biri olan açlık grevi kendilerine karşı yapıldığında, örneğin Heja Kevir yargılanması sırasındaki hukuksuz uygulamaları protesto etmek üzere açlık grevine gittiğinde ona şunu söylerler:
“Bu partiye karşı yapılmış çok ağır bir ihanet eylemidir.” (s. 71)
Öyle ya, kendilerine grevin en büyük sınıfsal mücadele silahı olduğu öğretilen işçiler de sosyalist devlette greve gittiklerinde ihanetle suçlanıp karşılarında “sosyalist devlet”in silahlı güçlerini bulmamışlar mıydı? Tam bu noktada yakında çevirdiğim, Buharin’in eşi Anna Larina’nın Unutulmayan adlı otobiyografisinde geçen bir açlık grevi konusunun Aytekin’in kitabındaki anlatımla benzerliğine dikkat çekmeden geçemeyeceğim. Buharin, Politbüro tarafından sorgulanmasını protesto etmek üzere açlık grevine başvurur. O haliyle plenuma gidip bitkin bir halde merdivenlere çöktüğünde, karşısından gelen Stalin, Buharin’e şöyle seslenir:
‘Açlık grevine gittiğin için plenumdan affını iste.’
Ustalarının kim olduğu belli değil mi?
Romanın yapısı üzerine birkaç söz
Aytekin Yılmaz’ın Labirentin Sonu (İletişim, 2003) ve Yoldaşını Öldürmek (İletişim, 2016) kitapları güçlü anlatı kitaplarıdır. Bunun dışında üç romanı vardır: Dağ Bozumu (Doğan, 2011); Sığınamayanlar (Doğan, 2016) ve son romanı Ernesto’nun Dağları (Siyah Kitap, 2017). Bana soracak olursanız, üç roman içinden kurgusuyla ve anlatımıyla en güçlü olan ilk roman Dağ Bozumu’dur. Ernesto’nun Dağları’nda baştan romanın sonunu tahmin etmek mümkün, dolayısıyla romanda merak unsuru zayıf kalmış. Diğer yandan Aytekin, zaman zaman romancı soğukkanlılığını kaybedip, Heja Kevir’den ve Kenda’dan önce atılarak fikrini ya da yargısını söyleyivermektedir. Bir de sanırım kitabın daha dikkatli bir redaksiyona ihtiyacı vardı.
Gün Zileli – edebiyathaber.net (20 Haziran 2017)