Türkiye yayınevi olmak!
Uzunca bir süre önce, İslami kimliği ön planda olan bir yayınevinin yayın yönetmeniyle söyleşiyorduk. Söz yayınevinin önündeki açmaza gelince; şu gözlemimi aktarmıştım kendisine, önce Türkiye yayınevi olmalısınız. Ardından da şunu söylemiştim: “Cemaat yayınevi imajından kurtulmanız gerek bir de…”
O ilk söylediğimi kabul etse de, ikincisine itiraz ediyordu: “Hayır, cemaate yakın bile durmuyoruz!”
Değişen siyasi dengeler sonucunda o yönetmen arkadaşım koltuğunu kaybetti, yerine “yeni imaj” verebilecek biri geldi.
Ülkemizde, bir kanaldaki yayıncılık maalesef böyle yapılabiliyor. “Yakın duruş”lar her zaman kazandırıyor. Hayatın diyalektiği bu olsa da, kültür sanat alanında bunun pek kalıcılığı yok.
Siyasi dengeler ne zaman bir kültür kurumuna yansıyorsa, işte asıl erozyonun oradan başladığını gözleyebiliyorsunuz.
“Tek yazar” olmak
Bir “edebiyat ligi”nden söz edebilir miyiz?
“Kuşak” kavramı ortadan kalktığına göre, sanırım bunu söyleyebiliriz!
Küreselleşme salgınının her alanı kuşattığı gerçeğini de yadsıyamayız.
Patent üretme oranında dünya ölçeğinin çok çok altında olan bir ülkede “patentli yazar” derdindeyiz.
Ortaya çıkan/çıkarılan, sunulan, göze batırılan “tek yazar”ları edebiyat hanesine yazma çabası bir “lig” oluşturmadır aslında. Yayınevleri, medya bunun değirmenine ha bire su taşımaktadırlar.
“Bakın, siz de böyle olun; onun gibi yazın…”
Futbol ligine özenme edebî ölçüyü/değeri, bilgiyi/bilmeyi, geleneğe bağlanmayı unutmadır.
Birbirine benzer romanların, öykülerin, şiirlerin yazılması da bundandır aslında.
Şunca yıldır edebiyat ortamının içindeyim. Dağlarca’dan Attilâ İlhan’a, Melih Cevdet Anday’dan Cemal Süreya’ya, Peride Celal’den Tomris Uyar’a, Aziz Nesin’den Sulhi Dölek’e, Yaşar Kemal’den Vüs’at O. Bener’e kadar çağdaş edebiyatımızın kurucu değerlerinin neredeyse birçoğunu tanıdım, konuştum. Hiçbirinin ağzından “tek yazar” benim/ “en iyi”si benim sözünü işitmedim.
Hilmi Yavuz bunu “sen de söyle” diyerek anekdot vari anlatsa da; yazdığına güvenen, yukarıda söylediklerimi özümseyen birinin söylemini öne çıkarmak için yaptığını bilirim.
Orhan Pamuk bu ligin başlatanıdır. Hep lig birincisi olmasını daha çok ona özenenler düşünmeli derim. Acaba ondaki yazma hırsı, romana sadakati, bilenmişliği, edebî belleği, çalışma arzusu, kendini pazarlama becerisi üzerine hiç mi hiç düşünmüyor mu o ligde oynamak isteyenler?!
Küme düşenlere sözüm yok!
Onlar yetinme, oyalanma, “tek yazar”lık hayaliyle yaşamak derdindeler.
İnsafsız okur!
Bana “git” diyor insafsız okur.* “Git de önümüz açılsın!” Bu safdillikle söylenmiş bir söz değildir. Sıraladıkları ise bir aymazlık örneği. Birileriyle “dalaşarak” bir yere varılamayacağını öğrenmeli bu okur/yazar. Kendimi ona da başkalarına da anlatacak değilim üstelik. Yazıp ettiğim, yaptıklarım ortada.
İhtimal gerçek adını da saklıyor. Oysa yazmak kadar okurluk da saydamlık ister.
Bu okur bilmiyor ki; günün her vaktinde ben ondan daha iyi okurlar/yazarlar yetiştiriyorum. Çoğuna da el veriyorum.
Bilmem yazıyor mu bu yüksek perdeden konuşan okur. Yazıyorsa eğer, göndersin yazdığını; bana cesaret edemezse de Emrah Polat’a iletsin. Okuyayım, yazdıkları yayımlanmaya değerse söz veriyorum yayımlayacağım. Üstüne basa basa da yazacağım değerli bulduğumu.
Benim ortada olmak, kimsenin önünü kapatmak gibi bir derdim yok.
Söz burada biter benim için, çünkü önünü açtıklarım konuşmalı artık.
*Yazar, geçen haftaki yazısının sonunda yer alan okur yorumuna istinaden görüş aktarmakta>>>
Feridun Andaç – edebiyathaber.net (10 Mayıs 2016)