Zamanın birinde “her şey olur, her şey geçer” demişti bir arkadaşım. Bu kısacık cümlenin taşıdığı anlam üzerine düşündükçe olanları hesap edebilmiştim -sayıca pek fazlaydı zira- fakat geçip geçmediği konusunda fikir sahibi olamamıştım. Hâlâ en umulmadık anlarda, o olanlar her ne ise, gözümün perdesinde hayalet gibi görünecekleri hissiyle biraz irkilirim. Bazı yüklemler, öznesinden bağımsızdırlar çünkü. Hafızanın küçük, havasız ve tozlu odasında zamanın pencere gibi açtığı boşluk, kelimelerin içini doldurmaz. Anlatmak denen, hafızanın karanlığıyla gürültülü odasının kapısını açmak için vardır. Hey siz, benden uzaktakiler, işte bakın her şey aslında böyle başladı diyebilmek için yok mudur zaten hikâyeler? Gelgelelim, yenişemediğimiz hayat, olanları bitenleri geçsinler diye biriktirmez. Para değil ki ihtiyacımız olduğunda harcayıverelim, bir işe yarasınlar değil mi? Hepimize biçtiği rol karşılıksız biraz. Emeği var, ederi yok. Yaşadıklarımızın müsebbibi hayatın yenişemediği yegâne varlıklar olarak hesabımız mahşerde artık ne diyelim. Gücümüz, kuvvetimiz, aklımız yerindeyken anlamaya çalışmaktan başka bir umarımız yok. Neyi mi? “İnsan sevdiklerine dair çok şey bilir. Ama yine de bildiklerine inanmaz”* diyerek seçme şansımız olmadan içine doğduğumuz aileyi, büyüdüğümüz sokakları, o sokaklara açılan kapıları, kapıların ardındaki insanları, hayalleri, rüyaları, beklentileri, korkuları ve hepsinin kenarına iliştiriverdiğimiz varlığımızı, kendimizi…
Carla Simon Pipó ’93 Yazı* filminde bize annesini ve babasını kaybeden Frida’nın Barselona’dan ayrılmak zorunda kalışını; dayısı, yengesi ve kuzeniyle şehirden uzakta, taşrada başlayan yeni hayatını, bu hayata alışmaya çalışırken duygusal dünyasının alt üst oluşunu anlatır. Frida’nın altı yaşındaki dünyasında, korkular, yalnızlık ve kırılganlık arasında bocalayışına tanık oluşumuz sadece ölüm karşısındaki çaresizliğinin tezahürü değildir. Artık ailesi olmayan Frida’nın bir akşam sokak eğlencesinde dayısı ve yengesi dans ederken kızlarına sarılışını onlardan biraz uzaktaki bankta tek başına oturarak izleyişi, küçük yaşında cesaretle büyütmek zorunda kalacağı hayatına -o banktaki kendimize- bakışımızı gösterir aslında. Her ne yaşarsak yaşayalım biricik hayatlarımızın ördüğü duvarların yalnızlık, korku ve cesaretle büyüyerek yıkılacak oluşunu bilmek, Frida’nın sessizliğiyle birleşir. Filmin konusu birazdan anlatacaklarımla doğrudan ilişkili olmasa da “her korku insanı bir kapıya götürür” duygusuyla derin bir bağı olduğunu düşünüyorum. Okula başlamadan önceki gün dayısı, kızını ve Frida’yı yıkayıp geceliklerini giydirdikten sonra yatağın üzerinde zıplayıp eğlenirlerken ansızın durgunlaşan Frida, yüz üstü yatıp gözleriyle dışarıya bakarak aradığını, gülerken ağlamanın tarifsiz arafında yatağın ortasına gözyaşı olarak bırakır. Neyin var, der dayısı. Yoksunlukla ait olamamak öylesi bir boşluktur ki tek kelime ile yanıtlar Frida: Bilmiyorum! Bu sekansla biten film bize de sormuş olur. Bilmiyorum kadar uzun yanıt, bir filmden çıkıp bir kitabın içinde aynı soruyla karşılaşır: Neyin var?
Ayten Kaya Görgün’ün Ayizi Yayınları tarafından basılan yeni romanı Çatlak Kızlar Sağlam Kapıda’da Meral’in boy boy, rengârenk çiçek misali açıp, serpilen ablaları Lale, Menekşe, Filiz ve Nergis ile büyüme sürecine; annesi, babaannesi ve babasının halası Mete arasında hayatı öğrenişine tanık olacağımız bizi bir yolculuğa davet ediyor. Bu yolculuk kitaptaki iki farklı bölümü bir kapının eşiğinde buluşturuyor. Bilmedikleri bir otelde aşçı olan babalarının babaannelerinin ölümü sonrasında ansızın evi terkedişiyle hayat Meral’in, annesinin, ablalarının, komşularının etrafında dönmeyi bırakıyor. Babasının kimselere ödünç bile vermeye kıyamadığı sapı tahta, yüzeyi keskin bıçağı, evin kadınlarının hayatında eskiye ait olan her ne varsa kesip koparıyor.
“Ben, uzunca bir süre gizliden gizliye, bakışlarımı babamın akşam elinde poşetlerle döndüğü köşeden ayırmadım. Ayıramadım! Babamın beni içine çeker gibi öptüğü o bakışları, ayaklarımın bulutlara değdiği ânı hiç unutmadım. Galiba bir daha öyle bir ânım olmadı. Kimse beni saçlarımdan içine çekerek öpmedi. Hayat gidenlerin ardından durmuyordu. Babam makas değiştirip başka bir istasyona doğru gitse de biz kalanlar o sokakta koşturmaya devam ettik, öyle ya da böyle.”
Yeni kapıların eşiğinden atlayan cesaret, kökleriyle dilini hiç unutmayan Mete’nin dallarının gölgelediği hikâyelerle büyüyor. Ailenin ne olduğuna ilişkin ezberlerin yanına, ne olmaması gerektiğini büyük bir çatal iğneyle iliştiren roman, kadının öğretilmiş kültürel kodlarının kabuğunu kırarken çektiği sancıları, değerlerini, kimliğini, dilini hor görmeden ve yok saymadan yaşamanın hangi bedellere gebe olduğunu anlatıyor. “Kadınların yüzlerinin yarısının gülüp yarısının ağladığını o yaşlarda” öğrenen Meral, uğruna terkedildiği kadının adının Meral olması ile annesinin kararıyla adını Gülşen olarak değiştirirken, babasının karıştığı yoklardan, yıllar boyu anlatacağı hikâyeleri var edenleri çıkarıyor.
Terk edilmenin acısıyla tuttuğu yası sonlandıran, çalışıp hayatın telaşına karışan annesi, kocaya kaçan ablası Menekşe’nin tercihinin büyüttüğü gizli mutsuzluğu, diğer ablası Lale’nin akrabaları Abuzer ile evlenmesi, annesinin bütün karşı çıkışlarına rağmen üniversiteyi kazanan ve evi terk eden babanın boşluğuna anne eliyle yerleştirilen Filiz ablasının inatçı gücü, Nergis’in kitaplar ve şiirler ile keşfettiği dünya, Mete’nin ölmeden önce dilini ısırarak Meral’e devrettiği efsunlu yeteneği Meral’in çocukluğundan yetişkinliğine yolculuğuna eşlik eden detayları kapsıyor. Ruhlar âleminden çağırdıklarıyla tanışıklığından, kahve telvelerinin yarattığı üç vakitli kısmetli yolların fallarına değen dili ile Meral, zorlukların kör topal ettiği maceralı hayatlarına Mete’nin iki dilli ağzıyla öğrettiği hikâyelerin tebessümüyle devam ediyor. Anlattıkça fark ediyor ağlanacak olanın en çok gülünerek anlatıldığını, böyle anlatılırsa mevsimler döndükçe dallarını fırtınaya veren ağaçların daha sağlam olduğunu. Annesi için sağlamlık daha görünür bir gerçeği harelediğinden “sağlam bir ekmek kapısından” giren Meral’in (Gülşen) başına gelecekler romanın ikinci bölümünü başlatıyor. TSK’nın kapısından içeri girmek sanıldığı kadar sağlam vaatlerle karşılamıyor yeni adıyla Meral’i. Öğrendikleriyle yaşadıkları, öğrenecekleriyle yaşayacaklarına refakat ederken albaylardan, şube müdürlerine, binbaşılardan ana bilim dalı başkanlarına varana değin ne yapsa, ne söylese biliyor sağdan baksan memur, soldan baksan memur olan halinin, diline yerleşenlerin ve hak arayışının oradan oraya sürülmekle ödüllendirileceğini. Sağlamlık mekândan sorulamıyor haliyle, sağlam kapıların kulpları kırık; o daha görünmez, tanınmaz biçimiyle Meral’in ruhundaki sağlamlıktan biliniyor. Tehlikeli biri olarak etiketleniyor haliyle. “Hangi kırklık kadın yaşadığı coğrafyanın gerçeğini öğrenmeden saçlarını ağartmış ki? Bizimki de saçlarını boyatmadığına göre.” Rüyalarıyla tanıştığı, sırdaşı olan defterine uzun uzun yazdığı günlerin içinde ne istediğinden çok ne istemediğini biliyor da Mete’nin ölmeden önce dilinde bıraktığı sızıyı kalbinde taşıyor. Kolay yetişmediği her fırsatta yinelenen komutanların arasında, sağlam kapıların azaltmadığı cesaretine ses olan ben de hiç kolay yetişmedim deyişi, beşeri münasebetler dersi görmüş son kadınlardan oluşundan hiç çekinmeden köklerindeki hikâyeleri anlatmaya ve türküleri söylemeye devam ediyor.
Çatlak Kızlar Sağlam Kapıda, anlatı özellikleri açısından okura tıpkı kitaptaki bölümlendirme gibi iki farklı özellik sunuyor. Anlatıcı kimliği yazarın roman içinde farklılaştırıp derinleştirdiği niteliğe sahip. İlk bölümde anlatıcı olan Meral, ikinci bölümde kendi anlatıcı kimliğini seslendirerek diğer ve fakat görünmez birini daha anlatıya dahi ediyor. Kadını. Böylece Ayten Kaya Görgün yazar olarak anlatıcı kimliğinden sıyrılıp, Meral (Gülşen) ve onun hem cismen hem ruhen hayat verdiği kadının anlattıklarını dinleyen oluyor. Romanı okurken yazarın anlatının tamamına yerleştirdiği üslup ve ironi ögeleri ile tebessüm ettirdiği cümlelerde önemli eleştiri unsurlarını barındırdığını düşünüyorum.
Romanın alt metni güncel olana dokunurken, hakikate ironinin gücüyle karşı duruyor. Metnin içinde ironiyle çerçevelenmiş olan, okura ilk başta alaycılık gibi gelse de anlatının ardında ağır bir eleştiri söz konusu*: Tarihsel-toplumsal bağlamı içinde değerlendirilecek süreçler, yanlış anlama ve algılamalar, bürokratik gerçeklikler ironin yapısındaki güçlü kavrayışla anlamlı hale gelir. Bu üst bakış, küçümseyen ve yok sayan bir yönelim değildir, yaşananlar karşısındaki tepki ve karşı koyuştur. Ayten Kaya Görgün’ün romandaki iki bölümde olmuş olan her şeyi ince bir ironiyle bağlamına yerleştirdiğini ve eleştirel tavrını okura bu yolla sunduğunu söyleyebilirim. Hakikatin görünür özelliklerinin dışında kalan, daha örtük olanı anlaşılır ve tahammül edilir hale dönüştüren bu anlatım biçimi ile yazar, romandaki karakterleriyle (özelinde Mete ve Meral) bireysel ve toplumsal olanı birbirine içkin nedensellik bağı içerisinde anlamlı kılıyor.
“Sonra anlattıkça fark ettim ki, Mete bize aslında ağlanacak hikâyeler anlatmış. Biz tüm kardeşler hep yanlış mı anlamışız? Günlerce bu soruyla dolaştım. Mete’nin anlattıklarını bir bir önüme döktüm, sesi öyle canlı geldi ki kulağıma hepsini yeniden dinledim. Gördüm ki, Mete her resme gülerek bakmış. Mete o iki dilli ağzında bunu yaptığına göre ben de yapabilirim, dedim. Ondan sonra ağlanacak halleri hep gülerek anlattım.”
Anlatım biçiminde göze çarpan bir başka özellik de yazarın mekân, zaman, karakter, karakterlerin iç dünyasına ait betimlemelerini gayet sade yapmış olması. Yerinde kullandığı az sayıdaki imge ile yazar yaşlılığı, terkedilmeyi, mahallenin diğer kadınlarını, zaman geçişlerini tasvir ederken anlatının ritmini kesintiye uğratmıyor. İki bölüm arasındaki bütünlük, ikinci bölümde Meral’in davranışlarının nedenini rüyaları aracılığıyla bağladığı çocukluğu ile sağlanıyor. Karakterlerin, mahalle hayatının, aile içi ilişkilerin, toplumsal ve bürokratik hayatın anlatıdaki gerçekliği okurun kendi hayatının içindekilerle birleşiyor. Çatlak Kızlar Sağlam Kapıda, eşiğinde cesaret ve arkasında hayat ile bize aşina olacağımız uzun bir hikâye anlatıyor. Neyi mi? “İnsan sevdiklerine dair çok şey bilir. Ama yine de bildiklerine inanmaz” diyerek seçme şansımız olmadan içine doğduğumuz aileyi, büyüdüğümüz sokakları, o sokaklara açılan kapıları, kapıların ardındaki insanları, hayalleri, rüyaları, beklentileri, korkuları ve hepsinin kenarına iliştiriverdiğimiz varlığımızı, kendimizi…
* Canetti, Elias. (2017), “Sinek Azabı”, Çev: Necati Aça, İstanbul, Sel Yayıncılık.
* Filmin senaryosu da yönetmeni Carla Simon Pipó tarafından yazılmıştır.
* Tosun, Necip. (2013), “Öykümüzün Kırk Kapısı”, Ankara, Hece Yayınları.
Funda Dörtkaş – edebiyathaber.net (26 Şubat 2018)