Bir zamanlar Büyük Doğu Kum Denizi’nin güneyindeki köylerin birinde Messali isminde bir demirci ustası yaşıyordu. Köylülerden bazılarının ermiş, bazılarınınsa meczûb olarak gördüğü Messali, bir gün, çırağı Ahmed’e, kendisine artık var olmayan bir köyün hikâyesini anlatacağını söyler. Ahmed, “Usta, var olmayan bir köyü nasıl bilebilirsin?” dediğinde, “Biraz sabret, daha iki kelâm etmeden her şeyi öğrenmek istiyorsun!” diye çocuğu azarlayıp, hikâyesini anlatmaya başlar:
“Develer tellâl, pireler berber iken, ben dedemin beşiğini tıngır mıngır sallar iken, etrafı ormanlarla çevrili, içinden nehir geçen bir köy vardı. Güzel evlerinin bahçelerinden sokaklara mis kokulu pembe güller ve beyaz gardenya çiçeklerini taşmışken, insanlar güzel bir geleceğin hayâlini yaşarlardı. Hop dedim, dedemi uçurdum; Kaf Dağı’nı aşırdım. Ay dedim, vay dedim, koştum peşinden yetiştim. Yetiştim ki, ne göreyim? Barbarlar gelmişlerdi. Ak elbise kana bulandı, köyde kertenkelelerden ve akreplerden başka canlı kalmadı. İnsan olmayıca, bir müddet sonra onlar da köyü terk ettiler. Ölümden beter olan terk edilmişliğin kokusunu ise rüzgârlar sildi…”
Ahmed dayanamaz ve güler:
“Usta, sen bana bir hayâl anlatıyorsun!”
“Yanılıyorsun Ahmed, sana hayâl gibi gelse de, ben terk edilmiş hakiki bir köyü anlattım. Sâhibinin bıraktığı bir hâne niçin kısa sürede hârabeye dönüşür bilir misin? Çünkü, ister moloz taşından ister kilden yapılmış olsun, duvarlar da insana hasret çekerler Ahmed. Hânelerin de rûhları vardır. Hasret marazından eninde sonunda çürürler ve yıkılırlar. Altında hayat yoksa, gök, bomboş bir gökyüzü olmaktan başka nedir? İnsanlar yüzmüyorlar ve hayvanlar suyundan içmiyorlarsa, bir nehir sence nehir midir? Ahmed, ben her gece o köyde yürüyorum. Orada beni önceki zamandan mı yoksa gelecek zamandan mı geldiklerini bilmediğim erkekler, kadınlar ve çocuklar karşılıyorlar…”
“Usta, onlar hayâlât mı?”
“Hayır, sanmıyorum. Köyün hayâl, onların da hayâlât olmaları mümkün değil.”
“Peki, neden?”
“Çünkü o köy de, o köyün insanları da hayâllerimde yaşıyorlar!”
Bizim neslimiz de uzun yıllar sosyalizm köyünde ikamet etti; orada güzel bir geleceğin rüyâsını yaşadı. Sonra barbarlar geldi. Güce yaklaştıkça, Allah’tan uzaklaştılar. Köyün hayâlsiz kalan sokaklarında bir süre kertenkeleler ve akrepler dolaştı, onlar da gidince sosyalizm köyünden geriye bir terk edilmişliğin kokusu kalmıştı ki, onu da önceden tasarlanmış siyâsetin rüzgârları sildi. Ama, o köyden çok kişi hâlâ hayatta. Ermiş ya da meczûb hırkalarının altında aslında selâtîndirler. Adnan Özer de, artık var olmayan o köyden geliyor. Onun her gece o köyde yaşadığını, o köyün insanlarının da Adnan Özer’in hayâllerinde yaşadığını biliyorum. Asrî bir Messali; demir dövmüyor ama okurlarına kelimât ile nakş-ı nîk tasvîr ediyor.
Bizim köyden çok kişinin “Ben olsaydım, şöyle yazardım!” diyeceğini de tahayyül edebiliyorum. Onlara başka bir Sahra hikâyesi ile yanıt vereceğim…
Şattü’l Cerid yakınlarında her lâfa “ben olsaydım” diye başlayan bir adam yaşarmış. Duvar ören bir usta görse, “Ben olsaydım, şöyle yapardım!”, şiir yazmış bir şâir görse, “Ben olsaydım, şöyle yazardım!” dermiş. Bir gün, ağaçtan düşen bir incirin üzerine basmasıyla ayağı kaymış ve kıçının üzerine oturmuş. Acı içinde kıvranırken bile, “Ben olsaydım, incir ağacını buraya dikmezdim!” diye söyleniyormuş. Oradan geçen bir çocuk, onun yanına yanaşıp, “Senin yerinde ben olsaydım, söylenmek yerine ayağa kalkardım!” demiş.
Anılar galerisinde
Adnan Özer’in Sanat Emeği, Yazko Edebiyat ve Yusufçuk dergilerinde yayımlanan şiirlerinin takîbcisiydim. Ateşli Kaval da (Yeni Türkü Şiir Yayınları, 1981) yeni yayımlanmıştı. Metin Celal o sıralar Ankara’daydı. İstanbul’a geldiği günlerin birinde bana uğrayıp, “Adnan Özer’in kafasında dergi tasarıları varmış, gidip tanışalım,” dedi. Tanıştık, hemen her gün birlikte olduk. Sonra askerlik için Isparta’ya gittim, bir yıl sonra döndüğümde Üç Çiçek ve Stüdyo İmge dergilerinde çalıştık. Metin Celal, Tuğrul Tanyol, Cengiz Öndersever, Oktay Taftalı, Burak Eldem, İzzet Eti, Hüseyin Öncü, Kubilay Ünsal, Mazhar Candan, Ahmet Mürşit Sertal, Hasan Kaçan, Levent Erseven, Sinan Güler ve Mario Levi ile gece gündüz birlikteydik desem, abartmış olmam. Halil Turhanlı’nın Çanakkale’den göndereceği yazılarını beklerken, edebiyat, müzik ve sinema sohbetlerimizin konusu olurlardı. Bazı geceler de Adnan Özer’in, Cengiz Öndersever’in veya Kubilay Ünsal’ın evlerinde sabahlıyorduk. Hukuk benim için bir gaile olmasına rağmen, medâr-ı mâişet nedeniyle bir kuruma girince, bu çeteyle eskisi kadar sık görüşemez olduk. Artık hafta sonları daha sık Ankara’ya Ahmet Erhan’a veya Yüksel Ekşioğlu’na gidip, gündüz kıran kırana top oynuyor, sonra da Behçet Aysan ve Azer Yaran ile Cumartesi gecelerini yaşıyorduk. Ahmet Telli ve Ercan Kesal ise bir başka masadan bizlere el sallıyorlardı.
Stüdyo İmge’de Burak Eldem’in yerine Kadir Çöpdemir gelince, Halil Turhanlı ile ben dergiden ayrıldık, Suat Bilgi’nin Çalıntı’sına geçtik. Süleyman Bilgi de Danimarka’dan geldiğinde, aramızda olurdu. Çalıntı’ya yazarken, Adnan Özer ile her fırsatta görüşmeye devâm ettik. Çünkü, aynı kan grubundandık, anılarını satmayan ender insanlardan biriydi. Eskiden Gelecek Güzeldi’yi (Doğan Kitap, 2020) okurken, aklıma hep Adnan’ın Taşlıtarla’daki, Kubilay’ın Aksaray’daki evleri geldi. Kitaptaki anıları Taşlıtarla ve Aksaray gecelerinde ondan dinlemiş, bazen eğlenmiş, bazen de hüzünlenmiştik. O günlerde bizim çeteye Julio Cortazar’dan, Eduardo Galeano’dan ve Borges’ten yaptığı nefis çevirileriyle tanınan rahmetli Gülin Dalaman da katılmıştı. Mazhar Candan vasıtasıyla tanıştığımız Manolya ve Kamelya kardeşlerin arkadaşlıkları da o hercâî günlerimizin güzelliklerindendi. Bizim neslin en iyi hikâyecilerinden biri olan Cengiz Öndersever’in evindeyse, Adnan ve ben Latin Amerika Edebiyatı’ndan konu açtığımızda, Cengiz’in bir bıldırcın çiftliği kurup yazmayı bırakacağını söylemesinin bizleri çok güldürdüğünü anımsıyorum.
Eskiden gelecek sahîhan güzelmiş. Mazhar Candan’ı, Hüseyin Öncü’yü, Ahmet Erhan’ı, Behçet Aysan’ı, Azer Yaran’ı ve Gülin Dalaman’ı kaybettik ama, anılarımızda yaşıyorlar. Eskiden Gelecek Güzeldi’yi okurken, onlar kitapta var olmasalar bile rûhlarının satırlar arasında dolaştığını hissedip, ürperdim. Hayır, hayâlât ile arkadaşlık yapmıyordum, onlarla Eskiden Gelecek Güzeldi sayesinde yeniden buluşmuştum. Azer Ağabey “Kara oğlana!” deyip kadeh kaldırıyor, Gülin Dalaman ise “Taner, benim Türkçem ile dalga geçme!” deyip, sadece birkaç dakikalığına bana küsüyordu…
Yılın en güzel kitaplarından biri
Ağabeyim ve dostum Selçuk Altun’un Ayrılık Çeşmesi Sokağı’nı (Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2020) ve Adnan Özer’in Eskiden Gelecek Güzeldi’sini (Doğan Kitap, 2020) yayımlanmadan, dosyalarından okumaktan dolayı bahtiyârım. Ne Ayrılık Çeşmesi Sokağı’nın ve ne de Eskiden Gelecek Güzeldi’nin edebî değerlerini kimseyle tartışmam, ikisini de çok sevdim. Fakat, Eskiden gelecek Güzeldi de benim neslim ve sahici anılarımız olduğu için, dağıldım.
Hayatımda üç kadehten fazla Kulüp Rakısı içtiğim pek görülmüş değildir; ama Eskiden Gelecek Güzeldi’yi okurken bir büyüğün üçte ikisini götürdüğümü fark ettim. Çünkü, Adnan’ın anı romanı benim için çok katmanlı bir okuma oldu. Küba’ya hiç gitmedim, Ché’nin dramı nedeniyle Küba rejimine de, karımın ve oğlumun aksine, hiç ilgi duymadım. Niçin yalan söyleyeyim, Küba’nın benim için purodan başka bir anlamı olmadı. Adnan’ın Küba hikâyesini merâk eden, kitaptan okuyacaktır. Bana, Eskiden Gelecek Güzeldi’nin satır aralarından çıkıp anımsadıklarım kalıyor. Muhtemelen bir kısmınız onlarla hiç tanışmadı; Gülin’in bir kelimenin doğru yazımı husûsunda bana küsüp yanaklarının al al olmasının ve onu yanaklarından öpüp gönlünü almasının edebî lezzetini bir ben bilirim.
Adnan’la aynı siyâsetten değildik, efsâneye rağmen aslında ben hiçbir siyâsetten de değildim. Uygulamadaki sosyalizmlerin, Marx’a ihânet olduğunu düşünenlerdendim. Bu yüzden beni kimse aralarında istemedi. Bana sırf şu Filistin mevzû-i bahsinden ve sinefilliğimden katlanıyorlardı. Ama, her siyâsetin ayrık otlarıyla ahbâblığım bugüne kadar devâm etti.
Adnan Özer’in Eskiden Gelecek Güzeldi’sini mutlaka okuyun; anlattığı kendisinin hikâyesi ama, satır aralarından sizin hikâyeniz de çıkacak…
Taner Ay – edebiyathaber.net (11 Ağustos 2020)