Aslında şimdi düşünüyorum da Eme, biraz da sarhoşum, aslında bir ses bekliyorum. Kendi sesim olmayan bir ses. Eski, romanesk, sağlam bir ses. (s. 51)
Fonda Pinochet diktatörlüğü ve ardından gelen demokrasi olmak üzere, iki katmanlı ve birbirine geçişli bir 80’li ve 90’lı yıllar Şili’si var; bundan kaynaklı olarak da Şilili bir yurttaşın dikta rejimlerine has politik ortamla ilişkilenmesi. Ancak daha ziyade kendi olma mücadelesi veren bir bireyin yaşamında iz bırakan olay ve kişilere dair yaptığı panoramik bir bakışın öyküsü Eve Dönmenin Yolları. Şilili yazar Alejandro Zambra’nın bu ikinci romanı, dönemin yaşattığı toplumsal acılara uzaktan bakan orta sınıf ailesinden uzaklaşıp hayatını düşünerek ve yazarak geçiren anlatıcı/yazarın, kafasını meşgul eden konular −toplumsal roller, politik kimlik, sosyal sınıf, ilişkiler, yazmak, ölüm gibi− üzerine yaptığı bir düşünmece. Her şeyden öte, yaşadığı türlü çeşit olay ve kurduğu ilişkiler aracılığıyla esasında “biz” olmaya duyduğu özlemi dilendirdiği yazınsal bir dışavurum.
Roman boyunca geçmiş ve bugün öylesine birbirine geçmiş ki anlatıcı bazen küçük bir çocuğun gözünden bakıp anlatıyor yaşadıklarını, bazen bir yetişkinin, bazen de an itibariyle bu romanı yazdığından bahseden bir yazarın (s. 49). Bu geçişlilik düz bir okuma yapmak isteyenlerin kafasını karıştırıp belki biraz huzursuz etse de, aslında geçmişin bugünde, bugünün de geçmişte olduğunu fısıldayan önemli bir detay. Aynı zamanda çocuk gözlerle algılanan/algılanamayan dünyanın yetişkinlikle birlikte ne tarafa evrildiğini gösteriyor bu. Kitap boyunca pek çok kez bu değişimi somut olarak görebiliyoruz. Örneğin anlatıcı, yıllar sonra siyasi görüşleri oturmuş biri olarak, kız arkadaşıyla geldiği baba evinde, “Pinochet bir diktatördü, biliyoruz, birilerini öldürdü, ama en azından o zamanlar memlekette düzen vardı” diyen ve güvenlik ve düzen yanlısı, muhafazakâr çizgisini açık eden babasına dair yaşadığı şaşkınlık ve hayal kırıklığını şu sözlerle ifade ediyor:
Gözlerinin içine bakıyorum. Acaba ne zaman, diye düşünüyorum, ne zaman babam böyle bir insana dönüştü? Yoksa hep mi böyleydi? Hep böyle miydi? Bunu kendimi zorlayarak, keskin ve acı dolu bir teatrallikle düşünüyorum: Hep böyle miydi?
Geçmiş ve şimdinin birbirine geçtiği diğer bir mevzu da anlatıcının 1985’te daha küçük bir çocukken yaşadığı Şili depremi. Depremi, o yıllarda bile mecazi anlamıyla zemini sarsan bir deneyim olarak görebilmeyi başaran anlatıcı, yıllar sonra bu deneyimin onda bıraktığı izi ise şöyle anlatıyor: “O zamanlar ölüm benim gibi çocuklar için görünmezdi, çıkıyorduk, o büyülü geçitlerde korkusuzca koşturuyorduk, tarihten muaftık. Deprem gecesi, her şeyin tepetaklak olabileceğini ilk kez düşündüğüm geceydi. Şimdi bunun farkında olmanın iyi olduğunu düşünüyorum. Her an bunu hatırlamanın gerekli olduğunu” (s. 144).
Böylesi zamansal geçişlerle, bütünselliğin dilinden konuşmayı hedefleyen anlatıcı/yazarın, bunu yapmak istediği bir başka konu da kurduğu veya kurmak istediği ilişkiler. Çocukluğunda kendinden üç yaş büyük Claudia ile kurduğu ve Claudia’nın ondan yalnız yaşayan komşusu Raul’ü takip edip yaptıklarını ona bildirmesini istediği arkadaşlığın özünde de belli ki bir bütünleşme, özel bir ittifak oluşturma arzusu var. Anlatıcının Claudia ile yıllar sonra yaşadığı karşılaşmada bunu daha net görebiliyoruz. Nitekim onlar, anne babalarının yanında kalmış kardeşlerinin aksine bireysellikleri için “evi terk etmiş” gruba aitler. Yıllar sonra anlatıcının baba evine döndüklerinde, ebeveynleriyle yaşadıkları iletişim kopukluğu ve bundan doğan hayal kırıklığı da yine bu ikiliyi ortak bir noktada buluşturuyor. Anlatıcı, bu ziyaretten dönüş yolunda Claudia ile aralarındaki ortaklığı ve birliği şöyle anlatıyor:
Eve dönüyoruz, bir savaştan çıkmış gibiyiz, ama henüz bitmemiş bir savaştan. Asker kaçaklarına dönüştüğümüzü düşünüyorum. Savaş muhabirlerine, turistlere dönüştüğümüzü düşünüyorum. İşte biz buyuz diye düşünüyorum: sırt çantaları, fotoğraf makineleri ve defterleriyle etraftakilerin gözünü tırmalayacak kadar uzun vakit geçirmeye gelen, ama birdenbire dönmeye karar verip dönüş yolunda derin ohlar çeken turistler (s. 122).
Ne var ki ziyaretten bir süre sonra yaşadıkları anlaşmazlık sırasında Claudia’nın söyledikleri aralarındaki ilişkinin düşündükleri kadar da pirüpak olmadığını gösteriyor: “Sana destek olmamı, tıpkı senin düşündüğün gibi düşünmemi istiyorsun; âdeta birlikte olmak için rastlantıları zorlayan, bakış açılarını daraltan ve yalan söyleyen iki ergen gibi” diyor Claudia. Böylelikle gerçek bir birliktelik kuramadıklarından, zorlama bir ilişkinin içinde kaybolduklarından yakınıyor. Anlatıcının yaşadığı bu yüzleşmeye paralel bir deneyimi yazar da sevgilisi Eme’yle yaşıyor.
Velhasıl hem kurgu ürünü anlatıcı hem de yazar hayatlarının bazı ortak noktalarda birileriyle kesiştiği, fakat hiçbir zaman herhangi biriyle tam manasıyla birleşmediği, dolayısıyla da “biz” olamadıkları gerçeğiyle yüzleşiyorlar. İki kişi arasındaki o görünmez mesafeyi asla bütünüyle aşamadıkları, birbirlerine varamadıkları acı gerçeğiyle.
Buna rağmen yazar, bir anlık da olsa “biz” olma mutluluğunu duyumsamaya çalışmaktan geri kalmıyor, yılmıyor:
Nihayet Eme’nin evinin yakınına vardım ve bir işaret bekleyerek kaldırımda durdum: Birden sesini duydum. Arkadaşlarıyla konuşuyordu, herhalde ön bahçede sigara içiyorlardı. Yanlarına gidecektim, ama güvende olduğunu bilmenin bana yettiğini düşündüm. Çok yakınımda olduğunu hissettim, birkaç adım ötemdeydi, ama oradan hemen ayrılmayı yeğledim. Tuhaf bir mutluluk belirtisiyle, biz iyiyiz, diye düşündüm.
İtiraf edelim, bazen tüm çabamız yalnızca “biz” olabilmek için. Bir anlık bile olsa “Biz iyiyiz” diyebilme huzuru için. Bir yönüyle bunun buruk hikâyesi Eve Dönmenin Yolları.
Neşe Aksoy – edebiyathaber.net (16 Mayıs 2013)