Tüm hikâyeler bir yerde “eve dönmekle” alakalıdır. Uzun bir yoldan sonra geri dönülen ev, sadece somut bir mekânı değil aynı zamanda aidiyet duyulan şeyi de imler. Bu aidiyet sevgili de, manzara da herhangi bir şey de olabilir. Çünkü ancak ait olduğunu yere dönebilirseniz hikâyeniz anlamlı olup, huzur bulabilirsiniz. Lakin eve geri dönebilmek her koşulda mümkün olmayabiliyor. Bazı zamanlarda “ev” yolları sisli bir vadinin arkasına saklanmış gibidir. Orayı yeniden bulabilmek için fırtınalı denizleri, karlı yolları ve dağları aşmanız gerekmektedir. Aksi takdirde ufuk çizgisi belirli olmayan derin sularda tek başına hareket etmek durumunda kalırsanız. Odysseus’un İthaka’sı bu yüzden kıymetlidir. Oraya geri dönebilmek için hayatının mücadelesini vermek durumunda kalmıştır.
Geçtiğimiz Şubat ayında kaybettiğimiz Demir Özlü de belki de tüm hayatı boyunca kendi İthaka’sını peşine düşmüş yazarlardan. “Eve dönme” teması edebiyatımızın 1950’li kuşağı yazarları arasında her daim özel bir yerde bulunan Demir Özlü’nün kitaplarında öne çıkan temalarının başında gelmektedir. Siyasi baskılar yüzünden hayatının önemli bir bölümünü yurtdışında ülkesinden uzakta yaşamak durumunda kalan Özlü, kayıp evinin melankolisini, nostaljisini kelimelerle telafi etmeye çalışmış belleğin uçuculuğa karşın çocukluğunu, ilk gençliğini geçirdiği sokakları, mekânları yine yazarak canlı tutmaya çalışmış bir yazar. Bu anlamda onun külliyatının en önemli yapıtları arasında 1998 yılında Yunus Nadi Roman Ödülü’nü kazanan İthaka adlı eseridir. Özlü, romanı klasik anlatının dışına çıkarak yazmış. Anı ve kurgunun iç içe geçtiği, çoğu zaman da hikâyenin ana örgüsünün dışına çıkarak denemeci bir üsluba geçiş yapıldığı bir tür “anti-roman”.
Kayıp kentin melankoliği
Sıkıntı ve melankoli bazı zamanlar insanın bavul gibi gittiği here taşıdığı bir duygu hali olabiliyor. Bu durum bazı zamanlarda bakışınıza sızıp dünyanın her yerini aynılaştırabiliyor. Tıpkı Jim Jarmusch’un Cenetten de Garip filminde geçen replik gibi: “Yeni bir yere geliyorsun ve bakıyorsun ki her şey aynı…” İthaka’da da Demir Özlü uzun yıllar sürgünde yaşadığı Stockholm sokaklarını amaçsızca arşınlarken buz mavisi gökyüzünün altında kayıp zamanının peşinde benzer bir hissiyatla dünyaya bakıyor. Sakin kuzey şehrine melankolik bir bakış atıyor. Belleğinde hiçbir karşılığı olmayan bu şehrin mekânlarında, barlarında zaman geçirip yeni aidiyetler yaratmaya çalışıyor.
Kentin sokaklarında kayboluyor, yeni insanlarla tanışıyor, âşık olur. Her “eve” dönemeye çalışan insan gibi, giderek yabancı haline geldiği bu yerde, yaşananların çabucak toza bulanacağını bilerek, gelip geçiciliğin hafifliğinde bir yaşantı sürüyor. Kentin yabancısı olarak, ancak bilmediği sokaklarda kaybolarak buluyor. Aylak yürüyüşlerde kadrajına giren mimari yapıları, insanları, ağaçları, gökyüzünü inceliyor. Bunların kendisinde uyandırdığı duygulanımları haritalıyor bir anlamda. Evinden uzakta, yeni yaşamında aidiyet kurmanın yollarını arıyor. Barlar belki de bu yüzden önemlidir. Solgun güneş ışığının masalara düştüğü, bardaktaki biranın sarı tonlarını açtığı zamanlarda, kendini tesadüflere bırakarak yeni insanlarla tanışıyor, onları gözlemliyor. Her yerin yabancı göründüğü bu kentte zamanın rutin akışının dışından bakan birine dönüşüyor.
Kentin içerisinde yürümek şimdiyi, geçmişi ve geleceği aynı zaman diliminde buluşturmak demektir bir anlamda. Daha önce bir anınızın olduğu bir mekanın önünden geçerken aynı zamanda geçmişe de dönebilirsiniz. İnşaat halindeki bir yerden paralel bir geçiş yaparken de orayla alakalı bir gelecek tahayyülü kurabilirsiniz. Demir Özlü’nün Stockholm’deki yaşamında zaman geçmiş ve şimdi arasına sıkışmış durumda. Kentin içerisinde yapmış olduğu yönsüz yürüyüşler bir taraftan onu şimdiyle bağ kurmaya zorlarken diğer taraftan karşılaştığı imgeler onu doğrudan çocukluğuna götürüyor. Böyle anlar onu kayıp zamanın içerisinde melankolik bir hissiyatın içerisine sokuyor. Artık, eve dönebilmek mümkün değilse zamanın içerisinde yer almanın manası nedir? Demir Özlü de kitap boyunca bir anlamda bu sorunun peşinde sürüklenip duruyor. Cevabı olmayan sorular her zaman ağır değil midir zaten? “Nasıl başlar yaşam? Nasıl sona erer? Uzun bir yolculuktayken İyice kestiremiyorum bunu. Bastığım yer pek sağlam gelmiyor bana. Kendi yurdum değil. Bu yüzden, eski sinemaları anımsarken de, şimdi büsbütün silik bir ışık içinde görüyorum onları.”
Stockholm içinde serbest gezintileri, kaldığın evi manzaraları bir şekilde onu İstanbul’a ilk gençlik yıllarına hatta ailesinin iş durumu nedeniyle ufak yaşlarda başlayan şehirlerarası gezginliğin kökenlerine yolculuk ediyor. Tarihin bir ucundan yakalayınca da geçmişin diğer halkaları da sizin peşinizden gelebiliyor. Demir Özlü de geçmişi hatırladıkça kendi hikayesi kadar İstanbul’un, Türkiye’nin yakın ve uzak geçmişi de satır aralarına geliyor. Hafıza çalışmalarıyla bilenen Halbwachs, bireysel hafıza olamayacağını tam aksine bireyin hafızasının da kolektif hafızaya dâhil olduğunu vurgulamıştı. Özlü’nün geçmiş yolculuğu bir noktada kentlerin hafızasına da karışıyor. Gelecek ne kadar uzaklaşırsa, geçmiş de bir o kadar erişilemez ve tekrar edilemez hale geliyor onun için. Demir Özlü’nün pencerelerinden görülen manzaralar, ilk gençlikte hayal edilenler, öpülen ilk sevgili, huzurlu bir rutinin içinde yaşama ideasının gençlik düşleri, her daim yakaların kalkık bir şekilde dolaşıldığı soğuk Stockholm sokaklarında silik birer imgeye dönüşüyor. Böyle olunca mavinin en koyu renklerine sahip Akdeniz’in taşıdığı kokular, dalga sesleri, serinlik de zaman içerisinde savrulup gidiyor.
Demir Özlü, artan siyasi baskıların, otoriter darbe rejimin gölgesinde elinde bavuluyla gönüllü sürgünler mevsiminde uzun yıllar “eve” dönmenin yollarını arayan yazarlardan. Hiç aşina olmadığı bir kültürün, yaşamın ortasında bir hikayenin ortasından başlamak durumunda kalmış. Böyle anlarda geçmiş yanınızdan hiç ayrılmayan bir parçaya dönüşüyor. Gerçek evinize, aşina olduğunuz manzara dönmek “mahallenin huzurlu sakinine” dönmek istiyorsunuz muhakkak. Demir Özlü de tüm hayatı boyunca sanırım bu duyguyu yeniden yaşamak istemiş. Küreselleşmenin etkisi, savaşlar, zorunlu göçler, siyasi baskılar nedeniyle şimdi de insanların büyük kesimi yaşadığı yerden ayrılıyor ya da ayrılmanın hayalini kuruyor. Hayatın devamlılığı belirli bir rutine dayalıdır. Aşina olunan yüzler, gidilen mekânlar yaşam izleri bırakıyor. Demir Özlü’nün kuşağından benim de dahil olduğum 80 sonrası kuşak da doğduğu, büyüdüğü yerle bir aidiyet kuramıyor gibi görünüyor. Elinde pasaportu çıkış yolları arıyor. Ne kadar uzağa giderse o denli huzur bulacağının inancında. Neticede, aidiyet önemli, birilerine, bir yerlere… Herkesin tek bir bavulla “kurtuluşu” başka diyarlarda arıyor olmasının sonuncunda “eve” nereye gitmiştir? Bu ağır soru şimdide yanıt bekliyor. Aşina olunmayan ülkelerde, gönüllü sürgünlükler mevsiminde, pencereden görülen çatılar, antenler, ışıklar, gökyüzü insanda hangi duyguları uyandırır peki? Böyle anlarda bakışa eşsiz bir güzellik mi yoksa geçmişin kayıp bir imgesi mi gelir? Görünen o ki hepimiz için Odysseus’un yolculuğu devam ediyor.
İthaka özetle, Özlü’nün uzun yıllar sürgünde yaşadığı Stockholm sokaklarında geride bıraktığı İstanbul sokaklarını, ilk gençliğini, odasının manzarasını, hayal ettiklerinin arayışıdı: Kayıp yurdu. Geri dönüşü mümkün olmayan “evin” imgesinin peşinde, soğuk Kuzey ülkesinde yeni yaşamına ayak uydurmanın çabasının romanı… Melankolinin sınırında, nostaljinin peşinde…
edebiyathaber.net (30 Mayıs 2021)