Dünyanın -ve elbette dünyalıların- büyük kısmının yaşamını ve akıbetini biçimlendiren koşulların çıkışsızlık dışında bir öneride bulunmadığını nicedir seziyorduk ya, yeni idrak dalgası, onlarca yıl sonra, yeniden kolektif şuurun kıyılarına vurmaya başladı.
Öğrencilerin, türlü çeşit emekçinin, etnik ve cinsel azınlığın, yani her yolla şiddete maruz kalanların ve bu aileden olanların daha erken zuhur etmiş idraki, artık yaygınlaşıyor. Neoliberalizmin yükselişinden beridir gündelik politik alanın dışına itilmiş yaygın işgal ve isyan pratikleri, bulaşıcı coşkusuyla kurumları, sistemleri ve dahi cümle muktediri, yanıtlayamayacakları soruların renkli şarapnelleriyle delik deşik etmeye başladı. Elinde zulmün nesnesi olan hayatından ve vücudundan başka bir şey kalmamış insanların ateşiyle, büyük hakikat daha bir görünür hale geliyor. Beklenmedik kentlerin beklendik mahallelerindeki alevler, her bir yanda aynı durumda olan insanların galeyanına rehber oluyor. Paris'ten Londra'ya, kapitalizmin makyajının en kalın olduğu kentlerin boyası dökülmeye başladı. Atina sokakları, kadim bir isyan geleneğinin hareketiyle ısınıyor. Ortadoğu ülkelerinde de herkes, çoktandır olmaları gereken yerde: Sokakta!
Peki, burada neler oluyor? Dünyadakini hakkıyla yankılayan durumlar yok değil: Akla hayale gelmedik hukuki yaptırımlara ve fiziki müdahalelere rağmen, köylerinin candamarına kurulan HES'lere karşı çıkan eylemciler iş makinelerini durduruyorlar. Öğrenciler, İngiltere'deki arkadaşlarına selam ederek üniversitelerindeki uluslararası kahve zincirinin dükkanını işgal ediyorlar ve alternatif bir dayanışma ve eğitim sürecini örgütlüyorlar. Ülkenin bir kıyısında senelerdir biriken kayıpların kalıntıları toprakaltından çıktıkça, resmi söylemin failleri -yapacak başka şey kalmadığından- saçmalıyorlar. Arkadaşlarının yasıyla yürüyen onbinler meydanları kuşatıyor. Ne ki, bunlar pek de yeterli sayılmaz: Uludere'de 34 -makbul olmayan- vatandaş bombalanarak öldürülüyor, üstüne de kayıtdışı ekonominin ahlaksız failleri oldukları gerekçesiyle şıpınişi gündemden düşürülüyor. Hrant Dink'in öldürülmesinde rolü olanlar korunaklı konumlarını hala işgal ediyorlar. Barajlarda, tersanelerde, madenlerde, fabrikalarda sömürüldükleri yetmiyormuş gibi 'kaza'lara kurban giden emekçilerin esamisi okunmuyor. İşçileşen beyaz yakalılar, gündelik yaşamlarında edindikleri kimi ayrıcalıklardan tatminkar halde, olan biten hiç bir şeye sesini çıkarmıyor, zira dev LCD televizyonlarının doldurduğu genişçe salonlarında, karşılığı ödenmeyen fazla mesai saatlerinin yorgunluğuyla uyuklar haldeler, akşamları. Mesnetsiz tutuklanan onca kişi arasında nedense yalnızca gazeteciler ve sanatçılara dair imza kampanyaları, küçük yürüyüşler düzenleniyor; nedense sadece onların tutuklanması tuhaf geliyor, diğerlerinin değil. Yıllardır tahakkümünü sürdüren kerameti kendinden menkul askeri vesayet, yetkisini ve dokunulmazlığını, artan bir ivmeyle polis vesayetine devrediyor. Eşitsizliğin, yağmanın, özgürlük ihlallerinin doymazlığına karşın, sessizlik büyüyor. Kesifleşen baskı, çeşit çeşit imtiyazla, teselliyle ve giderek koyulaşan bir demokrasi söylemiyle koşut olarak yaygınlaşıyor. Çünkü bu demokrasi, ancak etkisiz hale gelecek kadar bağlantısızlaştırılmış fertleri makbul vatandaş olarak görüp, sistemli suçları ve gündelik faşizmi 'kaza' ve 'münferit tatsızlıklar' olarak yaftalayıveriyor.
Hasılı, burada yaşayanların pek çoğu, Matthieu Kassovitz'in neredeyse 20 yaşındaki müthiş filmi La Haine'da anlatılan bir kıssanın kahramanına benziyorlar: Yüksek bir binadan düşerken “Şimdiye dek her şey yolunda, şimdiye dek her şey yolunda…” diye kendini telkin eden o şuursuzluk timsali papaza. Halbuki, La Haine'da resmedilen mahallelerin, o karakterlerin geleneğinden doğan Görünmez Komite, Sel Yayıncılık tarafından yenice yayınlanmış Yaklaşan İsyan adlı müthiş manifestosunda, serbest düşüşte olan günümüz toplumlarının kulağına, çok yakından, mühim olanın nasıl düştüğümüz değil yere nasıl çakıldığımız olduğunu hınzır ve kızgın bir edayla fısıldıyor. Bu Fransızca fısıltı, Türkçe'de yankısını buldu, bir kaç yıl rötarla.
Komite, bu karanlığın çıkışını arayanlara sakin, istikrarlı, örgütlü ve yasal bir mücadele telkin etmiyor. Medeniyet, demokrasi, politika, örgütlenme, ekoloji, sürdürülebilirlik, sosyal devlet, vatandaşlık, hümanizma gibi kavramların muktedirlerce çoktan temellük edildiğini; dahası, zaten ortaya konduklarından beridir birer kontrol gereci olarak iş gördüklerini hınçla tespit ediyor. Toplumsal hareketleri sükunetle tahlil eden uzmanları, akademisyenleri, sosyologları, psikologları; bunu malzeme yapıp tasvir eden sanatçıları ve edebiyatçıları haklı bir yaylım ateşine tutarken, herkesi kolları sıvama biçimlerini öğrenmek üzere mahallelere, hakikaten 'politik olan'ın yurduna davet ediyor. İş ilişkileriyle, çevre hareketleriyle, kalkınma reçeteleriyle, biçimsel özgürlüğün iğdiş edici tadını sonuna kadar çıkaran sanatla çekilen patinajların beyhudeliğini ifşa edip; 'durum'lar çevresinde örgütlenmiş, kimliksiz, hatta giderek öznesiz, kısa erimli komünal toplaşmaları vaazediyor. Çünkü Komite'ye göre kimlik, hakiki aidiyet ve örgütlenme olanaklarının hepsini süpüren bir devlet projesi; 'birey' teranesi de 'benlik'in daimi bir bozulma halinde, kronik bir çökmek üzerelik halinde tutulmasını sağlayan günümüzdeki düzenin en iyi korunan sırrı. Birbiriyle spor salonları, toplantı salonları ve metrolar dışında bir araya gelmeyen, oralarda bir araya geldiklerinde de türlü yalnızlaştırıcı gereçlerle yahut nezaket ve yalan marifetiyle birbirinden uzaklaşan 'birey'lerin dünyasına, mahalleden yükselen alaycı bir kahkahayla karşı karşıyayız:
“Bugün Batı, M1 Abrams tanklarının üstünde son ses heavy metal dinleyerek Felluce'yi vuran Amerikan askeridir. O, Moğol ovalarında kaybolmuş, herkesin kafa bulduğu, kredi kartına cankurtaran halatıymışçasına sarılan bir turisttir. O, Go oyununa iman etmiş bir CEO'dur. Mutluluğu giysilerde, erkeklerde ve nemlendirici kremlerde arayan bir genç kızdır. Dünyadaki bütün asilerle dayanışma göstermek için -ama yenilmiş olmaları kaydıyla- yeryüzünün dört bir yanına seyahat eden İsveçli insan hakları aktivistidir. Cinsel özgürlüğü olduğu sürece politik özgürlüğe değer vermeyen bir İspanyol'dur. Gerçeküstücülük'ten Viennese Actionism'e kadar medeniyetin yüzüne en iyi kimin tükürebileceğini görmek için yarışan sanatçılar yüzyılının “modern dahisi” önünde huşu duymamızı isteyen bir sanat aşığıdır. Budizm'de gerçekçi bir bilinç teorisi bulmuş bir sibernetikçi ve Hindu metafiziğiyle amatör düzeyde uğraşmanın yeni bilimsel keşiflere ilham vereceğine inanan bir kuantum fizikçisidir.”
Görünmez Komite'nin ve içinden seslendikleri mahallenin eşrafında bambaşka tipler var, elbette: Yaklaşan İsyan'da “Depresyonda falan değiliz; grevdeyiz” derken “Sıkıntı karşı-devrimcidir” diyen sitüasyonistlere selam çakıyorlar. Orta sınıfın “sorunlu” addedilen mahallelere karşı duyduğu korku ve nefretin temelinde, kendilerinin yitirdiği ama mahallelerde hala mevcut olan komünal hayatı, insani ilişkileri, devlet güdümü dışında hala gerçekleşebilen dayanışma ve ekonomiyi, örgütlenmeyi kıskanmalarının yattığını söylerken, Lacan'ın ve Zizek'in zikrettiği “başkasının hazzı” mevzuuna örtük referanslar veriyorlar. Stratejiden vazgeçmeyi, taktikleri öne çıkarmayı belki de Michel de Certeau'dan ilhamla öneriyorlar. “İş, bizim var olma alanımız değildir, uğrayıp geçtiğimiz bir yerdir” diye ünlediklerinde; ücretli emeğin, toplumsal fabrika kapsamında disipline edici bir şey olmaktan öteye geçmediğini işaret ettiklerinde İtalya'ya, operaismo hareketine bağlanıyoruz. “Beni dünyaya bağlayan her şey, beni ben yapan bağlantılar, beni meydana getiren unsurlar; belli zaman ve yerlerde 'BEN' diyen varlığı doğuran tekil, ortak, yaşayan bir varoluş verirler bana” şeklinde özetledikleri şahane politik özne tanımını yaparken, Deleuze ve Guattari'nin nefesi geçiyor metnin içinden.
Hasılı, Yaklaşan İsyan'da, mahalle, eski ve yeni eşraftan el alarak dile geliyor; önce güncel koşulların kıyıcı ve keskin bir tahlilini, ardından da bunları alaşağı etmenin yordamlarını bağıra bağıra sunuyor. Söylediklerinde ve gönderme yaptıklarında, dahası mücadele önerilerinde tutarlılık peşinde değiller. Bilakis, durumların çeşitliliğince üreyen, farklılaşan, her mahallenin kendi anlık tabiatına tutunan, dolayısıyla genelleştirilemeyen, indirgenemeyen, tahmin edilemeyen ve herhangi bir üst anlatı/strateji/politika tarafından belirlenemeyen bir direniş çokluğunu öneriyor. Aslına bakarsanız, dinleyip dinlememek size kalmış da denemez: Zira, Komite, çakılma anının sesi.
Osman Şişman – selyayincilik.blogspot.com
ABD'nin muhafazakar ve ateşli yorumcularından Glenn Beck, Yaklaşan İsyan kitabını “değerlendiriyor” ve “tehlikeleri” bir bir sıralıyor: