1980’den beri İsveç’te yaşayan Mardin-Derikli yazar Fırat Ceweri’nin, Maria Bir Melekti adlı son romanı, Everest Yayınları’nın Çağdaş Dünya Edebiyatı dizisinden, Mayıs 2015’te yayımlanmış ve Muhsin Kızılkaya tarafından Türkçeye çevrilmiştir. Kendi dilinde özgürce yazabilmek için İsveç’e gittiğini her fırsatta dile getiren Fırat Ceweri, 1992’de başlayıp on yıl boyunca aralıksız yayın hayatına devam edecek olan Nûdem adlı Kürtçe bir dergi çıkarmış, Nûdem Yayınevi’ni kurduktan sonra Nûdem Werger adlı bir çeviri dergisini yayımlamaya başlamış ve pek çok eseri Kürtçeye çevirmiştir. Yazarın kendi eserleri de İsveççe, Almanca, Arapça, Türkçe ve Farsçaya çevrilerek dünya edebiyatının bir parçası olmuştur.
İsveç’in soğuk ve karlı sokaklarında geçen ve iki bölümden oluşan Maria Bir Melekti’nin ilk bölümü Daniel ve Maria’nın öyküsüne odaklanıyor. Rüya/gizem atmosferinin egemen olduğu ilk bölümü okurken, dengbejlerin anlattığı masalların, kulaklardan silinmeyen tadına benzer bir akrabalık akla düşüyor ister istemez.
Maria Bir Melekti ile birlikte elimize verilmiş hayali bir yapbozun eksik parçalarının peşine düştüğümüz ve ortaya çıkacak manzarayı tahmin etmeye çalıştığımız bir okuma serüveni; tahminleri, sezgileri kışkırtarak ve merak duygusunu besleyerek içine alıveriyor okuyanı. Yazar doğrudan Daniel’e hitap ediyor ilk bölümde, dış ses zaman zaman yerini Daniel’e ve Rozin/Maria’ya bırakarak aradan çekiliyor, ikinci bölümde ise anlatı özellikleri tamamen farklılaşıyor. Polis merkezine çağrılan tanıkların kriminologla olan diyalogları daha doğrusu verdikleri ifadeler ikinci bölümü oluşturuyor.
Romanın en başından Daniel’in kafasının karışık olduğuna hatta zaman zaman hafızasını yitirdiğine tanık oluyoruz. Gençliğini aramak için yollara düşmüştür Daniel ve bir vitrinde kendisine gülümseyen gençliğini görür, onun peşine düşer ancak yakaladığı şey güzeller güzeli bir kadındır. Bu kadın Daniel’i tanımaktadır ama Daniel bir türlü kadının kim olduğunu anımsayamaz. Rozin diye kalır kadının adı aklında, zaman zaman da karısı Maria’ya benzetir. İki farklı kadın vardır Daniel için değerli olan ve tek kadın bedeninde birleşmiştir. Zaman zaman Rozin’dir bu kadın zaman zaman Maria.
Kadının evine gittiklerinde aslında o evin Daniel’in de evi olduğunu anlarız. Ama Daniel kendi evinde, karısının yanında hatta kendi fotoğrafının karşısında yabancı gözlerle bakmaktadır her şeye ve herkese. Onun peşini bırakmayan, bir lanet gibi hayatını alt üst eden şeyin ne olduğunu sezmek zor olmaz. Karısına öfkelendiğinde Türk polislerine benziyorsun diyerek uzaklaşmak ister karısından ve Co adında hayali bir köpeğin saldırılarından kendini korumaya çalışmaktadır sürekli. Bu iki ipucu Danile’in yakasını bırakmayan geçmişe, kapanmayan yaralara, yitip giden nice hayatlara doğru açılan bir kapının anahtarıdır.
Daniel o evde kendisini tutsak gibi hissetmektedir ve gitmek için kadını zorlar, kadın onu bırakmak istemez çünkü Daniel için kaygı duymaktadır, hatta gidersen kendimi öldürürüm diyerek elinde bir bıçakla engel olmaya çalışır. Kendi varlığını masaya sürer kadın, elinde kalan değerli son şeyi, hayatını. Çıkan arbedede bıçak Maria’ya saplanır! Kaza sonucu mudur bu ölüm yoksa cinayet mi? Sonuçta Maria artık bir ölüdür ve bu sorunun yanıtı gerçeği değiştirmez. Her görenin ne güzel bir kadın diyeceği yüzünden ve bedeninden can çekilir, ölümün rengi kadını dönüştürmeye başlar. Daniel ölüyü yatağa yatırıp evden uzaklaşır ama artık, ölü kadınla kaderi birdir. Canlı iken kaçmak istediği kadının cesedinden uzak kalamaz, eve yeniden döner, ağlar panik içindedir, hatta kadına yeniden can vermesi için ellerini açara ve “ Ya Rab! Bu kadına ruh ver!” diyerek yalvarır. Ancak ölülerin dirildiği mucize çağları çok gerilerde kalmıştır. Romanın en etkileyici bölümlerinden biri Daniel’in cesedin yanına uzanıp uykuya daldığı bölümdür. Bir ölüyle öldüğünü düşünür Daniel ancak uykusunda Maria ile birlikte canlanır. Güzel bir düş görür, sonsuz hayatın içinde, kendisinin orta yaşlarda ama Maria’nın genç ve güzel olduğu bir düş. Sıçrayarak uyanır uykusundan ve ölü kadının dudaklarını öperken bulur kendisini, çığlıkla kalkar ölüm yatağından, ağzını siler ve banyoya koşarak defalarca yıkar, çalkalar.
Maria öldüğü andan itibaren bir cesetle baş başa kalan Daniel’in içine düştüğü çaresizlik okurun zihninden silinmez. Anlatıya egemen olan gizemli hava yanı sıra Daniel’in cesedi saklama girişimleri, cesetle çıkılan araba yolculuğu okuru irkiltir. Cesedi yorganın altına, daha sonra karyolanın altına saklar Daniel. Giydirip onunla yolculuğa çıkar, ona sorular sorar. Hatta zaman zaman sorularına yanıt alır. Ceset Daniel’in arkadaşı olmuştur adeta ve gerçekten ondan kurtulmak isteyip istemediğinden emin olamayız. Maria Bir Melekti oldukça rahatsız edici bir roman. Sanki bir cesetle günlerce yan yana kalmış gibi genzinizi yakan kokuyu hissedersiniz, hatta uykuya dalmadan önce gözlerinizi kapatınca kucağında ölü Maria ile Danil’in hayali belirebilir. Belki de bu romanın en başarılı yanı okuru cinayete ikna edebilmesidir.
Pek çok tereddüt yaşar Daniel, polise gitmek ve olup biteni itiraf etmek gibi bir seçeneği de sorgular; hatta bir iki girişimde bulunur bu yönde, o ülke de polislerin ona kötü davranmayacağını ve hakaret etmeyeceğini bilmektedir. Ancak en nihayetinde cesedi artık kullanılmayan bir gümüş madenine yuvarlayan Daniel bu dünyada yaşamak için bir nedeni kalmadığını da bilmektedir. Zaten taşıyamadığı geçmişine bir de Maria’nın cesedi eklenince arabasını ölüme doğru sürmek dışında bir çare bulamaz.
İkinci bölümde olayı soruşturmakla görevli kriminolog ve çağırdığı tanıkların anlatılarıyla eksik parçalar tamamlanır. Daniel gibi yurtlarını, benzer nedenlerden dolayı, terk etmek zorunda kalarak İsveç’e yerleşmiş, Daniel’in gençliğine tanık olmuş insanların ifadeleri daha çok bir iç dökme gibidir. Tanıklar içlerinde uzun süredir bekleyen öfkeyi ve acıyı dile getirirler. Ne de olsa kendi hikayeleri de Daniel’in geçmişine dahildir.
İfadeler sonucu Daniel’in Ermeni bir dişçi olduğunu, 12 Eylül darbe sürecinde gözaltına alındığını ve vahşetin egemenliğini ilan ettiği insanlık dışı uygulamaları ile belleklere kazınan bu dönemde işkenceden geçtiğini öğreniriz. Daniel ve arkadaşları örselenmiş ruhlarını da alarak vatanlarını terk etmiş ve çok uzak bir ülkede geçmişin ağır yükü ile yeni bir yaşam kurmayı denemişlerdir. Polis merkezinde verilen ifadelerden yaşanılan hiç bir şeyin bitti denince bitmediğini ne yazık ki üzerinden onlarca yıl geçse bile yaraların kabuk bağlamadığını ve ne kadar uzağa gidilirse gidilsin insanın yola çıktığı yeri içinde taşımaya devam ettiğini bir kez daha görüyoruz. Eski acıların üzerine yeni mutluluklar inşa etmek çok da kolay olmuyor.
Yaraların kabuk bağlaması için geçmişin kirli izlerini silecek güzellikler yaratmak gereklidir sanırım. Oysa benzer yanlışlarda ısrarcı, yeni korkunç gölgeler üretme çağındayız. İşkence, sürgün, cinnet ve ölüm romanlarımıza uzunca bir süre daha konu olacak ve bu yazarın tercihinden değil gerçeklerin dayatmasından kaynaklanacak ne yazık ki. Bu topraklardan sıradan bir cinayet ya da polisiye roman çıkarmak neredeyse olanaksız. Sanki kan ve ölümle beslenen ve doymak bilmeyen bir canavarın koca kanatlarının gölgesi altında yaşıyoruz. Fırat Ceweri bu gölge altında yaşamak zorunda kalmış iki insanın öyküsünü çağdaş bir romanla unutulmaz kılarak okunsun diye dünyaya teslim etmiş.
Şirvan Erciyes – edebiyathaber.net (28 Ekim 2015)