Evrim Duyal’la ilk romanı Son Siyah, yazarlık anlayışı ve edebiyat üzerine konuştuk.
Söyleşi: Serkan Parlak
Evrim Hanım, edebiyatla ve özelinde romanla ilişkiniz nasıl başladı, nasıl gelişti ve bugünlere nasıl geldiniz?
Edebiyatla olan ilişkim çocukken başladı. Annem edebiyat öğretmeniydi. Babamla birlikte, beni henüz okula başlamadan çok önce kitaplarla buluşturdular. Dünya masallarından seçmelerle başladı yolculuğum. Bana okurlar, sonra da karakterler hakkında ne düşündüğümü sorarlardı. Romana olan ilgim ise ortaokul yıllarımda başladı. Empati yeteneğim geliştikçe, okuduğum karakterlerin yerine kendimi koymaya başladıkça, daha da kaptırdım kendimi. Sonra okumak yetmemeye başladı. Fikirlerimi ve hayal dünyamda filizlenip büyümek için can atan imgelerimi satırlara dökme ihtiyacı hissettim. Uzun yıllar, içinde olduğum kurumsal hayatta, artık manevi ihtiyaçlarımı doyuramadığımı fark ettiğim bir anda da yazmaya karar verdim. Yazmaya kendimi gerçekleştirme dürtüsü ve arzusuyla başladım, diyebilirim.
Romanınız Son Siyah’ı kendine ait seçimlerle yaşayanlara ve bu seçimlerin sorumluluklarını alabilenlere ithaf etmişsiniz. Bu ithaftan hareketle romanınızın temel meselesi, derdi hakkında neler söylemek istersiniz?
Nietzsche’ye göre, her şeyin amaçsız ve anlamsız olduğu bir yaşamı düşünmek, varoluşun bir gerçekliği… Ve ona göre bu durum keyifsiz olmak zorunda da değil. Fakat yine de, Nietzsche’ye rağmen, ben hayatta bir anlam aramak, aramakla yetinmeyip o anlamı bulabilmek zorunda olduğumuzu düşünüyorum. Bunu yapabilmenin tek yolu, insanın hayata değil, kendine ait seçimlerle ilerleyebilmesi. Hayatın ona çizdiği yolda ilerleme konforunu bırakma cesaretini göstermesi ve kendine, kendi elleriyle, kendi istediği yolu çizebilmesi. Hayata değil, kendine ait seçimlerle yaşamak bu yüzden bu kadar önemli. Konfor alanımızdan çıkmayı başardığımız zaman, hayatımızda pek çok şey değişiyor. Her şeyden önce kendimize, yapmak için doğduğumuz şeyi gerçekleştirme şansı verdiğimizde, gerçek benliğimize kavuşuyoruz. Ve ancak o zaman, yalnızca nefes alıyor olmaktan değil, yaşıyor olmaktan da bahsedebilir hale geliyoruz. Son Siyah’ın baş karakteri Tamer ve ötekilerin çıkmazı da tam bu noktada aslında. Hayata ait seçimlerle devam etmek mi yoksa konfor alanından çıkıp kendi seçimlerinle yürüyeceğin bir yol çizmek mi? Hepimizin yaşadığı bir durum ve sorun bu…
Romanınızın baş karakterlerinden Yelda, roman ilerledikçe onu daha yakından tanıyoruz ve tabi ki onun çatışmalarını açığa çıkaran güçlü kahramanlar var çevresinde. Romanın ana konusundan bahseder misiniz biraz? Kahramanlarınız Yelda, Tamer, Korhan ve Sez’i bir de sizden dinleyelim.
Dünyanın finans merkezi New York’tan gelmiş iki finans dâhisinin, hayatlarına giren güçlü bir kadının etkisiyle kendilerini, dalgaları devasa bir okyanusun içinde bulmaları aslında ana konu. Bu öyle derin ve dalgaları öyle yıkıcı fakat öyle sarsıcı bir okyanus ki, içinde derinlik sarhoşluğu yaşayıp bir daha karaya hiç çıkmak istemeyeceğiniz türden bir enginlik…
Bir insanın hayatta yaşayabileceği en büyük kaybediş, annesizlik, romanın yan teması. Bu arada sanat ve aşk da devrede. Bach’tan Picasso’ya, Klimt’ten, Chopin’e kadar doyurucu olduğunu düşündüğüm bir sanat yolculuğu bekliyor okurları. Romanda ana ve yan bütün karakterlerin bir siyahı var. Büyük kaybedişler, zamanın bile iyileştiremeyeceği hatalar, pişmanlıklar, sarsıntılar, siyahlarla verilen mücadeleler ve bu mücadelelerin her birinden yenik çıkan ruhların siyahlarını aklama mücadelesi diyebiliriz.
Romanın baş karakteri Tamer, bir finans dehası. Sahip olmakla övündüğü ahlaki değerleri var ve zaaflarına yenilerek Hedonik Adaptasyon tuzağına düşen o sıradan insanlardan olmak, en büyük korkusu. Para gibi dev bir gücü başarıyla yönetiyor ve kendi var oluş sıkıntılarını da aynı başarıyla yönetme çabası içinde.
Yelda, geçmişini öldürmeye çalışan ve affedebilmek için yaşayan biri. Siyahı çok koyu. Acılı ve yaralı. Güçlü ama alabildiğine zayıf. Geçmişinden getirdiği travmayı taşımaktan yorulmuş bir kadın.
Korhan, sanat düşkünü bir entelektüel. Tamer’in ortağı. Mükemmeli arayan sıra dışı bir adam. İç güzelliğin dış güzellikten daha önemli olduğuna hayatının hiçbir döneminde inanmamış biri. Varlığını kimi zaman Bach ve Chopin’in notalarında, kimi zaman bir Van Gogh veya Munch tablosunda duyumsayan bir entelektüel.
Sez, Tamer’in moda tasarımcısı eşi. Maskülen bir dişiliğe sahip. Tamer’e âşık. Tek bir arzusu var; Tamer’den çocuk sahibi olmak.
Hayatını bedenini satarak kazanan Dilara, sanat galerisi yöneticisi ve soyut sanat tutkunu Bora, topluma rağmen kendi benliğine sahip çıkma çabasındaki eşcinsel Andre, romanda okura eşlik edecek öteki karakterler.
Bach, Mozart, Picasso, Klimt ve Woody Allen’ı da unutmayalım.
Son Siyah’ta “Hedonik Adaptasyon” kavramı üzerinde durmuşsunuz. Bu kavramın tuzağına düşmekten de bahsediyorsunuz. Nedir Hedonik Adaptasyon?
Hazza uyum! İnsanın hayatındaki iyi ya da kötü her türlü değişikliğe uyum göstermesi, adapte olması. Birinin, istediği arabayı aldığında yaşadığı mutluluğu sıradanlaştırması veya kaza geçirerek uzvunu kaybeden birinin bir süre sonra yeni durumuna alışması, bu kavram ile açıklanıyor.
Biz çoğu zaman, Hedonik Adaptasyon tuzağına düşmekten kurtaramıyoruz kendimizi. Özellikle mutluluk söz konusuysa, kolayca değersizleştiriyoruz onu. Mutlu olmaya giden yolun daha üst olana ulaşmaktan geçtiğini düşünüyoruz. O noktaya ulaşıyor ve yeni mutluluğumuza da çabucak alışıyoruz. Sonra sürece yeniden başlıyoruz. Bir türlü öğrenemiyoruz bunun bir sonu olmadığını. Limiti yükselen ve her yükselişte daha da tehlikeli olan anlık tatminlerin gerçek mutluluk olmadığını anlayamıyoruz. İşte bu, Hedonik Adaptasyon tuzağına düşmüş olduğumuzun en sabit kanıtı.
Evrim Hanım, elinizdeki malzemeyi kurgu için yeniden üretip dönüştürürken nasıl bir süreç işliyor? Özellikle roman türünü seçmenizin nedeni nedir?
Yazmak naif ve bir o kadar da sarsıcı bir deneyim. Roman yazmak ise, üretmenin en tatmin edici hali. Yeni karakterler yaratmak, o karakterlerin kurgunun içinde özgürce ilerlemelerini izlemek ve onlarla birlikte akışa kapılmak, roman türünü çok farklı bir boyuta taşıyor benim gözümde. Karakterle bütünleştikçe empati yeteneğim de büyüyor. Sürecin sonunda kendimi evrilmiş, dönüşmüş olarak bulmak, olağanüstü bir doyum yaratıyor.
Hayatta kendini gerçekleştirmek isteyen bir insan için hiçbir şeye değişilmeyecek türden bir doyum… Ben kurgumu yaratırken, bu olağanüstü doyum eşliğinde yapıyorum bunu. Ana malzemem, hayal gücüm ve hayat. Kalemim bu iki malzemeye bulanmış durumda. O kalemi satırlara layıkıyla aktarma işini kendimi akışa teslim edip özgürce yazarak mümkün kılıyorum.
Yazı yazma konusunda size neler ilham verir, bir gününüz nasıl geçer, ritüelleriniz var mı ve tabi ki başucu yazarlarınız?
Hayattan, hayata dair en vurucu kavramlardan alıyorum ben ilhamımı. Acıdan mesela. Çoğumuz kaçarız acıdan, kısmen haklı olarak. Fakat acının da bizi büyüten, olduğumuz kişi yapan bir kavram olduğunu düşünenimiz çok azdır. İnsan ruhunun deneyimlediği her katıksız acı, dik durmamızı ve o acıyı yenip yeni mutluluk kaynakları aramak için hayata sarılmamızı sağlayan çok güçlü bir dinamo.
İlham aldığım diğer kavram sanat. Dünyanın çeşitli ülkelerinde, birbirinden farklı dokulardaki sanatı keşfetmeyi çok seviyorum. Seyahatlerimin büyük bir kısmını bu keşfe ayırıyorum. Bir sanatçının eserini inşa ederken ona kattığı anlamları, deneyimlediği ya da deneyimlemediği, yalnızca hayalinde sakladığı, ne varsa, o eserde keşfetme çabası çok keyifli ve doyurucu geliyor bana. Sanattaki cesaret ve uçsuz bucaksızlık, başlı başına ilham kaynağı benim için.
Aşk ve tutku da, ilham aldığım çok önemli kavramlar. Tutku, aşkın dinamosu. Aşkın ve aslında hayatın. Yüzeyin iki boyutlu sığ zemininden sıkılıp çok boyutlu derinlere dalmak isteyenlerin vazgeçilmezi. Bazen tehlikeli ama aslında en yaşanası var oluş gerçeği bana göre. Sadece aşkta değil, yaptığımız herhangi bir işin içine katılması gereken bir kavram. Böyle bir kavramdan daha ilham verici bir şey olabilir mi, bilmiyorum.
Yazarken, genellikle sessiz ve loş ortamları tercih ediyorum. Fakat yazdığım sahnenin ruhuna uygun müzikler dinlediğim de oluyor. Müziğin sihrine inanırım. Yazarken roman kahramanlarıyla bir arada oluyorum ve akıştan kopmamak için yazma sürecinde pek sosyalleşemiyorum. Dikkatimin ve odağımın yazdıklarımda olmasına özen gösteriyorum. Yani daima hikâyenin bir parçası olarak kalmalıyım.
Genellikle felsefi ve sosyoloji ağırlıklı kitaplar okumayı tercih ediyorum. Simone de Beauvoir, satırlarını ve düşüncelerini çok sevdiğim bir feminist-filozof yazar. Albert Camus’nun absürd felsefesini ve Sartre’in varoluşçu düşüncelerini okumak da çok keyif veriyor. Wirginia Woolf, Kafka ve genel olarak Rus Edebiyatı’nı seviyorum. Türk edebiyatında Sabahattin Ali’nin romanlarındaki naifliği ve dolambaçsızlığı seviyorum.
Romanınız dil ve yapı olarak popüler roman geleneğine yaslanıyor. Temel kalıpları başarıyla uyguladığınızı düşünüyorum. Başlangıçta kahramanları tanıyoruz. Ardından çelişki ve çatışmalar gün yüzüne çıkmaya başlıyor. Güçlü bir ses olarak her şeye hâkim anlatıcı kullanmışsınız. Neden bu tarz bir anlatım yöntemini seçtiniz? Hacmini de düşünürsek romanınızı birinci tekil kişi anlatıcı aracılığıyla kahramanlarınızın gözünden yazmayı düşündünüz mü?
Son Siyah, karakter sayısı fazlaca bir roman. Ancak harici bir bakışın tahliliyle betimlenebilecek psikolojik gözlemler var. Karakterlerin taşıdığı siyahları layıkıyla anlatmanın en güçlü yolu olarak gördüm hâkim anlatıcıyı. Birinci tekil kişi aracılığıyla anlatmayı da düşündüm fakat dediğim gibi, sayıca çokça olan karakterlerin her birinin dilinden anlatmak, işi karmaşık hale getirecekti. Olay örgüsü de aynı şekilde, hâkim bakış açısı gerektiriyordu. Eğer bir ya da iki karakterim olsaydı, büyük bir ihtimalle birinci tekil kişi aracılığıyla anlatırdım hikâyeyi. İkinci kitapta sanıyorum öyle olacak.
Dergiler, dijital mecralar, sosyal medya; romanlar, günümüzde yayıncılık ve Son Siyah’ın da bir gün uyarlanabileceğini umut ederek romanlardan uyarlanan filmler hakkında neler düşünüyorsunuz?
Sinema, görsellik üzerinden gücünü alan bir mecra. Ve görsellik, hepimiz için inkar edilemeyecek bir öneme sahip. Bir romanın, o romanda yaratılmış karakterlerin görsel hale getirilmesi, diğer bir deyişle kanlı canlı var edilmesi kesinlikle hoş. Fakat bunun layıkıyla yapılması gerekiyor. Ve elbette dezavantajları da var. Bir okur, okuduğu romandaki bir kahramanı zihninde zaten görsel olarak var eder. Onu bir kalıba sokar. Eğer sinemada kendi algısındaki karakterden farklı resmedilmiş birini görürse hayal kırıklığına uğrar. Fakat bu olumsuzluğa rağmen sinemanın gücüne inanıyorum ben. Romanlar bence sinemaya ilham verecek kadar kuvvetli öğeler içeriyor. Örnek olarak Dostoyevski’nin Suç ve Ceza’sını verebilirim. Roman o kadar güzeldir ki, ondan aldığı ilhamı görmezden gelmesi, sinema için imkânsız olmuştur. BBC’nin çektiği Suç ve Ceza, özellikle favorimdir. Beğenerek okuduğum bir romanın filmine gitmeden önce, kitaptaki karakterleri kimlerin canlandırdığına da mutlaka dikkat ederim bu arada.
Evrim Hanım masanızda neler var, önümüzdeki dönemde sizden neler okuyabiliriz?
Bir sonraki romanım, felsefe üzerine kurgulanan bir hikâye olacak. Yeni karakterler ve felsefe temeline inşa edilmiş yeni bir hikâye ile arayacağız bu sefer hayatın anlamını.
edebiyathaber.net (22 Nisan 2020)