Doris Lessing’in beş ciltlik bilimkurgu serisi “Argos’taki Kanopus Arşivleri”nin dördüncü halkası Gezegen 8, evrenin dört bir yanındaki bu aynı feryada kulak veriyor: Kurtarılmayı hak etmiyor muyuz?
İmparatorluğun merkezine uzak, kendi hâlinde, iyi bir yaşama sahip naif bir gezegen düşünün. Halkı çok mutlu; zira bu gezegen, vadedilmiş topraklar kadar güzel. Aslında gerçekten de öyle sayılır: Kanopus İmparatorluğu’nun “yetiştirdiği” bir halk bu ve bu cennet gezegen sadece onlar için var. Yemyeşil bir bitki örtüsü, zengin doğal kaynaklar ve doğayla tam anlamıyla bütünleşmiş bir yaşam kültürü, sonsuza dek sürecekmiş gibi görünen bir hayat vadediyor onlara.
Fakat elbette işler yolunda gitmiyor –zira evren çok çetrefilli bir kara boşluktur– ve gezegenin iklimi ansızın değişiveriyor: Artık her yer kar, buz. Kanopus’a ellerini açıp yakaran bir kavme dönüşüyor Gezegen 8’liler de, çünkü çaresizlikle kavruluyorlar. Beyaz hapishanelerinden çıkmalarını sağlayacak tek güç, yaratıcılarının insafı.
Doris Lessing’in alegorik romanı Gezegen 8 (ya da tam ismiyle, Gezegen 8 Temsilcisinin Oluşturulması), uzayın derinliklerindeki hayali bir dünyayı anlatıyor olsa da, görüldüğü üzere neredeyse her Dünyalının kemiklerinde hissettiği bir ağıttan bahsediyor aslında. En çaresiz ânında en inançsızının bile doğaüstü bir yardım ihtimalini içten içe dilediği bir gezegenin evlatları olarak, bu feryada kulak vermemek imkânsız.
Lessing, serinin önceki ciltlerinde (örneğin Şikeste ve Sirius Deneyleri’nde) daha farklı bir yola gitmiş; dünya tarihini, bizzat dünyanın içindeyken hem de, exogenesis olgusuyla da birleştirerek öznel bir biçimde açıklamıştı. Serinin ikinci kitabı Evlilikler ise buradaki anlatıya daha yakındı; zira yine alegorik bir dünyada, bu kez kadın-erkek ilişkilerine odaklanıyordu.
Fakat Gezegen 8, daha da derinlere, en derine iniyor ve temel korkularımıza odaklanıyor; hatta aslında, bilinç sahibi her varlığın içinde yatmakta olan o bitimsiz, karanlık, heder edici tek duyguya: yalnızlığa.
Lessing’in bu noktadaki kavrayış seviyesi gerçekten etkileyici: Her türlü depreme dayanıklı, tamamen korunaklı, sıcacık ve eksiksiz odamızda da olsak; evrenin güvenli bir noktasında yüzen, her türlü olası felaketten uzak, cennet gibi bir gezegende de yaşasak, sonuç aynı. Hakiki bir çaresizlik ânında, sığınacak kimsemiz yok. (Hakiki çaresizlik, hakiki çaresizliktir yalnız; hiç kimsenin size yardım edemeyeceği anlar elbette vardır. Basit bir depresyon ya da dandik bir nükleer savaştan bahsetmiyorum yani.) Ve bu kimsesizliğin, bu yalnızlığın doğurduğu sonuç da her zaman aynı yere çıkıyor: Haykıran bir isyana dönüşüyor.
Zaten tam da bu noktada devreye giriyor yaratıcı; hem de inanıp inanmadığınızdan tamamen bağımsız olarak. (Gerçi, teknik olarak, ona ne kadar haykırsanız da boş. İnançlıysanız, Kader duvarına toslayan cümlelerden, inançsızsanız da uzayın derinliklerine giden başıboş ses dalgalarından ibaret kalıyor tüm o yakarılar.) Fakat yine de, ne olursa olsun isyan sürüyor işte; ve durumun garabeti burada daha da netleşiyor: Kaçınılmaz bir şekilde yok olup gideceğini bilse de insan, bunu kabullenmeyi bir türlü başaramıyor.
Her şeyin temelinde bu var: insanın içinde yatan, evrendeki varlığını anladığı andan itibaren başlayan yok olma korkusu.
Her neyse. Sanatçının görevi, umutsuzluğa kapılmak değil elbette ve Lessing de bunun farkında. Öyle ya da böyle, severek ayrılınan sevgiliyle gerçekleşen son bir buruk kucaklaşma gibi, muğlak bir katarsis ekliyor kitabının sonuna. Sevgili gezegenlerini terk edip bilinmeyen bir yolculuğa çıkan bir tür kolektif bilinç sayesinde, Kanopus da, ektiği tohumları bir şekilde biçmiş oluyor. Herkes kazanıyor.
Tabii, kitabın temelinde yatan bu yoğun duyguları da öyle alelade, basit bir biçimde aktarıyor falan değil Lessing; psikolojik darbelerinin yanı sıra etkileyici diliyle de öne çıkan bir roman bu. Güçlü karakterlerin o yorucu, bitmek bilmez mücadelesine daha ilk sayfalarda ortak oluyor okur ve acıyı da, çaresizliği de iliklerinde hissediyor. Gerçek bir feryat bu çünkü; kökleri insanın en derinlerine uzanıyor. Ve o kökleri izlerken seyredilen yol da parlak ve şiirsel bir dil olunca, roman da hakiki bir ağıta dönüşüyor.
Bunun yanında, kitabın en sonunda, baştan çıkarıcı bir sonsözü var Lessing’in; hem Gezegen 8 hem de Sirius Deneyleri’ne dair. Onu, bu alegorik bilimkurgu serisini yazmaya iten sebeplerden bahsediyor çokça; ve aslında, gerek romanın yazıldığı tarihe, gerekse (tam bir sanatçı öngörüsüyle) bugüne bakan gözlerini kocaman açıyor. Okura sorduğu temel soru şu: Bir sözcük, bir nesil için güçlü bir uyuşturucu olabilirken, bir sonraki nesil için nasıl öyle süt kadar sakinleştirici hâle gelebiliyor? Toplumsal evrimin acımasız kanıtı olan bu soru, Gezegen 8’in temellerini de atmış bir şekilde: Antarktika’nın kâşiflerinin, ilerleyen yıllarda kökten değişen imajları, ona kar ve buz altında süren bir maceranın kapılarını açmış.
Öyle ya da böyle. Yaratıcıya yakarı derdine düşmüşseniz ve Doris gibi yaratıcı da bir kişiyseniz, en yalnız anlarınızdan oluşan hezeyanlarınızı böyle yazıya döküp romana dönüştürebiliyorsunuz işte. Tanrı vergisi bir yetenek olsa gerek!
Ve söz yine oraya gelmişken… En tepedeki sorunun cevabı şudur belki de: Kanopus kimseyi terk etmedi, sevgili Gezegen 8’li; sen Kanopus’u terk etmekte çok geç kaldın.
Ümit Mutlu – edebiyathaber.net (17 Aralık 2018)