6 Ağustos 1945 günü, bir uçak havalanır Pasifik Okyanusu’ndaki Marianas Adaları’ndan. Kucağında “Küçük Oğlan Çocuğu!” adı verilen bombayı; kucağında ölümü taşıyan B-29 tipi bir savaş uçağıdır bu ve Hiroşima’ya doğru yol almaktadır. O gün 250 bin nüfuslu şehirde 65 bin kişi can verir, daha fazlası da ciddi şekilde yaralanır. “Saçlarım tutuştu önce,/ Gözlerim yandı kavruldu./ Bir avuç kül oluverdim,/ Külüm havaya savruldu.(*)” diye anlatır Nazım, Hiroşima’lı bir kız çocuğunun ağzından vicdan yangınını! İşte, insanlık tarihinin belleğinde en dipsiz ve kara uçurumlardan birini açan gün, pilot Paul Tibbets’in bir düğmeye dokunan parmağıdır bu acı ölümlere neden olan. Elbette tek suçlu o değildir ama tetiği çeken, fitili ateşleyen, ölümü bir şehrin kucağına bırakıveren de onun parmaklarıdır. Paul Tibbets, binlerce kişinin ölümüne neden olan o düğmeye bastıktan sonra altmış iki yıl daha yaşar ve 2007 yılında, doksan iki yaşında, çok yıldızlı emekli bir general olarak ölür. Hayatının son günlerinde BBC’de yer alan söyleşide hiçbir suçluluk duymadığını, bugün de olsa aynı şeyi yapacağını söyler: “ Vicdanım rahat, geceleri rahat uyuyorum!”
Aynı “II. Dünya Büyük Ekonomik Paylaşım Savaşı’nın” başka bir mekânında, bu kez bilimin ve hümanizmin göbeği Avrupa’da, Adolf Eichman parmaklarıyla büyük hesaplar peşindedir. Bir gestapo subayı olan Eichman, azimli bir görev adamıdır. Nazi kurmayları tarafından Yahudi sorununun çözümü yani soykırım görevi verilince, o da bunu nasıl yapacağını düşünerek planlar yapar. Yaptıklarının doğru ve insancıl olup olmadığıyla ilgili bir soru işareti yer almaz bilincinde. Önemli olan bu sorunun ne kadar kısa sürede ve ne kadar ucuza halledilebileceğidir. Ona göre tüm Avrupa’daki bertaraf edilmesi gereken Yahudi sayısı on bir milyondur. Ve Eichman masa başında canla başla hesaplar: Kaç vagonlu kaç tren gerekecektir? Her vagona kaç Yahudi bindirilebilir? Bunların içinden yüzde kaçı yolculuk sırasında ölecektir? Ne şekilde daha az insanla bu işlemler gerçekleştirilebilir? Cesetler en ucuz hangi yolla ortadan kaldırılabilir? Yakmak, gömmek ya da eritmek?
İnsan düşünmeden edemiyor; sayılar ve detaylar, insan beynini ve kalbini en çok karıştıran, insani duyarlılığı ve vicdanı en kısa yoldan öldüren virüsler olsa gerek. Kara bir geleceğin anlatıldığı distopyaların çoğunda da insanlar sayılar ve detaylar ile uyuşturulur. “1984”, “Cesur Yeni Dünya”, “Otomatik Portakal”, “Biz” ve daha nice kurmaca bu gerçeği vurgular. Franz Kafka, “Ceza Sömürgesi” adlı anlatısında belki de bu yüzden insanın kanını donduracak ceza makinasını anlatırken teknik detaylara boğar okuru. Edebiyat, bir kurmaca olarak aynaya yansıtır, gerçek dünyada algılayamadığımızı yansımasından tanıyalım diye, belki de.
Savaş bittiğinde altı milyon Yahudi Eichman’ın yöntemiyle öldürülmüştür. Fakat o suçluluk hissetmez. 1960 yılında yakalanıp Kudüs’te yargılandığında, kurşungeçirmez camlarla çevrili sanık sandalyesinde otururken, bütün dünyanın ilgi odağı olmasına bir türlü anlam veremez. Sadece üstlerinden gelen emirlere itaat ettiğini, kendisinin karar verici değil sadece bir “teknisyen” olduğunu, bu nedenle ölümlerden kişisel olarak sorumlu tutulamayacağını savunur.
Bu anlatılanlar bir romana ait olabilseydi keşke ve sadece bir kitap yorumu olarak yazılabilseydim ben de. Bir sanatçının beyniyle üretip eliyle yazdığı bir kurmacanın parçası olarak kalabilseydi. Oysa tüm bunlar insanlığın ortak beyniyle üretip elleriyle yazdığı bir savaşın parçası, ne yazık!
Beyin ve eller, insanı hayvanlardan ayıran en önemli anatomik özelikleridir. Alet üretip teknolojik ve bilimsel gelişmeyi bu sayede başarmıştır insanoğlu. Sanatsal yaratım da, fikirler ve el emeği ile gerçekleşir. Ama bu iki önemli evrimsel kazanım, insanın en yıkıcı ve yok edici parçalarıdır aynı zamanda. Silahları beyniyle tasarlayıp elleriyle kullanan insanoğlu gibi… Başka canlılara ve yaşadığı doğaya zarar veren tek canlı olduğu üzere… Belki de bu nedenle Kurt Vonnegut, “Galapagos” adlı romanında ikinci Nuh Tufanını kurgulayıp sonrasında oluşan yeni insan neslinin beynini küçülterek ellerini yok etme cesaretini göstermeyi tercih etmiştir: İnsan, koca beyni ve elleriyle doğayı ve neslini tekrar yok edemesin diye…
Oysa insan özünde “iyi” değil mi? Savaşın ve soykırımın simge isimlerinden olan Anne Frank bile “Her şeye rağmen, insanların kalben iyi olduklarına inanıyorum.” diye yazmamış mıydı savaşta tuttuğu günlüğe? Bizler kalbi, aklı ve vicdanı olan bir canlı türü olduğumuza göre!
O zaman nedir vicdan? Temiz kalmak için mi ihtiyacımız var vicdanımıza yoksa kirlettiğimiz ellerimizi temizlemek için mi? Temiz ve iyi kalmak yani kötülük yapmamak üzere bir iç mekanizma olduğunu kabul edersek, “vicdan bir erdemdir” diyebilir miyiz? Yoksa yapılan kötülükten sonra vicdan azabı şeklinde gelen bir tür aklanma aracı mıdır? Bahaneler üreterek kendimizi rahatlatma görevi verdiğimiz bir temizlik bezine, bir mazeret üretim merkezine dönüştürülmedi mi insanlık tarafından?
Nietzsche, İnsanca, Pek İnsanca adlı kitabının Vicdan Sahibi bölümünde “İnsanın vicdanının sesini dinlemesi, aklının sesini dinlemesinden çok daha kolaydır, çünkü her yanlış adımda vicdan kendisine bir mazeret yaratır. İşte bu yüzdendir ki, dünyada bu kadar çok vicdanlı ama bu kadar az akıllı insan var.” demektedir. Nietzsche’nin söylediği gibi, Eichman belki gerçekten de vicdansız davranmıyor sadece kendince bir akıl yürütmeyle vicdanını aklıyordu. Aynı altmış iki yıl rahat rahat uyuyan Paul Tibbets gibi…
Eichman davasını izleyen gazeteci ve felsefeci Hannah Arendt, bu davanın sonucunda gelişen fikirlerini “Eichman Kudüs’te” ve “Kötülüğün Sıradanlığı” kitaplarında anlatır. Kendisi de savaşta evini terk ederek kaçmak zorunda kalan bir Yahudi olan Arendt, “Eichman kulaklarını vicdanının sesine bile kapatmak zorunda kalmamıştı. Vicdansız olduğundan değil, kendi vicdanı ‘saygıdeğer bir sesle’, onu sarmalayan toplumun sesiyle konuştuğundan. O, kötülüğün sıradanlığının çağımızdaki en çarpıcı örneğiydi.” diye açıklar. Ve ne yazık ki o, toplumun sesiyle konuşan ne tek ne de son kişi olmayacaktır.
“Vicdan, bir iç pusuladır, insana doğru-yanlış ekseninin nerede olduğunu gösterir, ahlaki yargı ve davranışlarına rehberlik yapar. Vicdan bir pusulaysa, görüyoruz ki bu pusula bazen kilitlenir, güç ya da güce itaat gibi başka bir manyetik alanın etkisinde hep kendi kıblesini göstermeye başlayabilir.” diye tanımlıyor vicdanı Güven Güzeldere.
Bütün mutlu ailelerin birbirine benzediği gibi; bütün iyilikler birbirine benzer; her kötülüğünse kendine ait bir vicdan azabı vardır, diyebilir miyiz o zaman biz de?
Vicdan, üç şekilde yok sayılabilir. Birincisi otorite olanın, yani erk sahibinin güç sarhoşluğu ile kendi vicdanını kendisinin kör etmesidir. İkincisi, egemen güce, otoriteye boyun eğerek bahaneler üretme yoluyla pusulanın şaşmasıdır ki emri uygulayan Eichman, Tibbets ve daha nice görev adamı bunu yapmıştır. Üçüncüsü ise vicdanın sesini kısmak, susturmak yoluyla yani suskun kalabalıklar haline gelerek olmaktadır. Bu üç vicdan tutulması şeklini en iyi anlatan kurmacanın da büyülü gerçekçiliğin babası Gabriel Garcia Marquez tarafından yazılan “Başkan Babamızın Sonbaharı” adlı roman olduğunu düşünüyorum. Bu anlatıda emirleri veren fakat unutkanlık ve çoklu kişilik bozukluğu bahaneleriyle sürekli kendi vicdanını aklayan Başkan; ikinci gurup olarak Başkan’ın her emrini uygulayanlar ve üçüncü gurupta ise suskunluğu ile kötülüğün tek ses olmasına neden olan halk anlatılmaktadır.
Vicdan bu, aynen akıl tutulması gibi, tutulur o da elbette…
Charles Dickens’ın “Zamanların en iyisiydi, zamanların en kötüsüydü, hem akıl çağıydı, hem aptallık, hem inanç devriydi, hem de kuşku, Aydınlık mevsimiydi, Karanlık mevsimiydi, hem umut baharı, hem de umutsuzluk kışıydı, hem her şeyimiz vardı, hem hiçbir şeyimiz yoktu, hepimiz doğruca ya cennete gidecektik ya da tam öteki yana.(**)” dediği bir dünyada yaşıyoruz. İyi ve aydınlık olandan yana meyletmemiz gereken zamanlardan geçiyoruz. Bir akıl tutulmasının eşiğinde dolaşıyor, insancıl olan yanımızı hatırlamaya en çok ihtiyaç duyduğumuz zamanları deneyimliyoruz. Aklı-selime ve temiz vicdana karşı belki de en büyük sınavımızı veriyoruz.
Barış adına yapmamız gereken bir savaşsa bu eğer; aklımızı ve vicdanımızı iyi olan adına, yıkmak için değil yaratmak için kullanmamızın bize insan olduğumuzu en çok hatırlatacak olanla, sanat ve edebiyatla mümkün olduğunu unutmayalım, unutturmayalım o zaman.
Ey vicdan! Geldiysen üç kez vur tahtaya…
Çalıyorum kapınızı, / Teyze, amca bir imza ver. / Çocuklar öldürülmesin / Şeker de yiyebilsinler. (*)
(*) Kız Çocuğu – Nazım Hikmet
(**) Charles Dickens – İki Şehrin Hikâyesi
Pınar K. Üretmen – edebiyathaber.net (11 Temmuz 2016)