Söyleşi: Yetgül Karaçelik
Eylem Ata Güleç, acıtan hikâyeler yazıyor, gerçek hikâyeler anlatıyor okura ilk öykü kitabı Boşlukta Büyüyen’le.
Bir oyun “öncesizlik ve sonrasızlık;” bu oyunu henüz kimin kazanacağı belli değil. Belki de hep birlikte yitip gideceğiz bu oyunda… Ne zaman atılmıştı ilk kurşun ya da ilk şarapnel parçasının adresiz bir bedenle buluşması nasıl olmuştu? Eylem Ata Güleç, adresi belli öyküler yazıyor ve bu öykülerin kahramanları öylesine tanıdık ki… Ancak Boşlukta Büyüyen’de Güleç’in aktardıkları bilinen bir boşluğu tarif etmenin artık çok ötesinde yer alıyor. Diğer bir deyişle boşluk şiddet sarmalında giderek büyümeye devam ediyor.Yazarla kitabına dair söyleştik.
Yazdığınız bütün öykülerin tarif ettiği acılar uzun yıllardır bildiğimiz fakat cesur bir şekilde yüzleşemediğimiz acılar. Son dönemlerde baskı ve şiddet görece Türkiye’nin hemen hemen her bölgesine nüfuz etse de yine de toplumsal bir yüzleşme ile karşılık bulmuyor. Ulu orta yaşanan gerçeklerden ölesiye kaçıyoruz. Sizin bu öyküleri yazma süreciniz de önemli bir yerde duruyor, bize bu süreçten bahseder misiniz?
Boşlukta Büyüyen’in tohumları 90lı yıllarda, çocuk yaşta tanık olduğumuz ya da bizzat yaşadığımız durumlarda saklı. Geçmişine dönüp kendini kurcaladıkça hatırlanan, yakalanan, anlam kazanan ayrıntılar. Öykülerim bugüne denk düşüyor gibi olsa da tohumdaki çenek eski. Kurgu şimdiki zaman ama duygu geçmiş zaman. Sorunuzda geçen “acılı uzun yıllar” hâlâ sürdüğü için, yazılırken imge dünyasında bir çeşit pekişme oluyor.
Yüzleşme diyorsunuz ya, toplum olarak yüzleşmeye başlamadan önce hepimiz kendi içimizde bunu yapıyoruz. Bunlar kimi zaman öykü olup çıkıyor. Kimi zaman bir yetişkin elinden çıkmış çocukça bir resim. Bazen dışarı çıkamadığında içerde taşlaşıp insanın içine oturduğu da oluyordur. Mesela kayıp yakınlarına baktığımda pınarları kurumuş gözler ve içlerini oyan koca taşlar görüyorum.
Pul Biber öyküsünde çatışmanın ortasında bütün kaygısı eşinin istediği pul biberi almak olan, emekli bir memur konu ediliyor. Pul Biber ilk bakışta gülümseten bir öykü olsa da çatışmanın ve şiddetin, gündelik yaşamın doğal döngüsünü nasıl etkilediğine dikkat çekiyor. Diğer taraftan sadece ölmemiş olmak bile “aşırı sıradan.” Bu atmosfer içinde alışmak, isyan etmek ve terk etmek de yok. Bu konuda neler söylemek istersiniz?
Söyleşimize ilişkin mailinizi aldığım sırada yaşadıklarım günlük yaşam ve şiddet sorusuna iyi bir örnek olabilir gibi geliyor bana. Posta kutuma düşen sevecen maili okuduktan sonra heyecanla sorulara göz atıyordum ki caddeden siren sesiyle bir ambulans geçti. Soruları bırakıp haberlere baktım. Birkaç dakika içinde internet haber sitelerinde Diyarbakır Batman arası sefer yapan trene bombalı saldırı yapıldığını okudum. Babası Diyarbakır Batman arasında makinist olarak çalışan arkadaşımı, aramayı düşünecek kadar bile zaman harcamadan, aradım. Bu öyle bir hız ki, zaman kırılıyor. Dağılan ufacık anlarda yapmanız gerekenleri otomatik olarak yapıveriyorsunuz. Arkadaşım, Ruken, alo dediğinde olaydan haberi yoksa hemen söylemeyeceğimi biliyordum ve bunu da düşünmemiştim. Ya da ne zaman düşündüm, bilmiyorum. Konuşurken olaydan haberi olmadığını sezdim. Annesinin nasıl olduğunu ve bir ara kahve falımıza bakmaya söz verdiğini hatırlattım. O sırada sesim biraz titremiş olmalı, sen iyi misin? diye sordu. Saçma bir şeyler geveledim. Neyse o ara babasının izin günü olduğu için annesiyle çarşıya çıktığını öğrendim ve telefonu kapattım. Şiddet, zamana balta gibi iniyor. Savrulan parçalar insanın zihnini donduruyor. Yine de, içeride, devam etmeyi sağlayan bir güç beliriyor.
Zor öyküler yazıyorsunuz fakat yine de gülümsetebiliyorsunuz. Şifre öyküsünde kısır malzemesi isteyen yaşlı bir kadının tutuklanınca okuma yazmayı öğrenip kısır tarifi yazması örneğin. Yine de bu öyküde olduğu gibi aslında kaygısız dolu dolu bir gülümsemeden bahsedemiyoruz. Tedirgin bir gülümseme bizimkisi. Diğer taraftan öykülerinizi sloganlaştırmıyorsunuz; büyük bir patlamanın ardından siren seslerinin, çığlıkların yerine bir sessizlik duyuyoruz. Öykülerinizde büyük harfler, sloganlar ya da öfke yok. İncinmiş bir ruh hali hâkim sanki. İnciniyor muyuz?
Öykülerde öfke… Boşlukta Büyüyen, dosya olarak tamamlandığında okuması için bir arkadaşıma (Burcu Yılmaz) gönderdim. Bana Wolfgang Borchert’i okuyup okumadığımı soran bir mesaj yolladı. Okumamıştım. Borchert’in Ama Fareler Uyurlar Gece isimli öykü kitabını okumamı önerdi. Kitabın baskıları tükendiği için bulamadım, gerçekten çok merak etmiştim. Yazarın hayatına ilişkin bir şeyler okudum. 2. Dünya savaşı sırasında askere alınmış, hapsedilmiş ve 26 yaşında hayata veda etmiş. Acı dolu bir yaşam. Nihayet kitabı bulup ödünç aldım. Öyküleri
okurken zihnime kazımak istedim. Üç defa okudum, ezberlemeye çalışıyordum. Kelime ve satırları değil, yarattığı etkiyi, ilettiği duyguyu unutmamak için çabalıyordum. Yıkım vardı, acımasız savaş, kaybedilen babalar, kardeşler… Yine de öyküler bana öfkeli gelmedi. İnsan okuyup bitirdiğinde yağmur altında yürüdüğünü ama kara bulutların dağılmak üzere olduğunu hissediyor. Uzattım mı? Toparlayalım o zaman; yazar öfkeliyken yazdıkları öfkeli olmayabilir.
Merak eden varsa söyleyeyim, Ama Fareler Uyurken Gece’yi sahibine iade etmemek için her türlü taklayı attım ama arkadaşım Atlasların en hünerlisi çıktı. Atlas nedir, diye soran varsa; taklacı güvercin.
Sorunuzun incinme kısmına gelirsek, incinmeyen kaldı mı? Üniversite hocaları, yazarlar, gazeteciler, öğretmenler, öğrenciler, memurlar. Kürtler, Aleviler, solcular. Büyük sıkıntılar içindeyiz. Binlerce öğretmen açığa alındığında intiharların başlamasından çok korktum. Bir kıvılcım koca ateşler yakabilirdi. Her şey çok daha kötüleşebilirdi. Neyse ki öyle olmadı. O kısmı atlattık ama şimdi akademi hocalarının intihar haberleri geliyor. Bu, korkunç bir durum.
Özgürlük öyküsünde çocukların gerçek hikâyelerini dinleyip ve daha sonra bu hikâyeleri değiştirip onlara kendince sonlar yazan bir yazar var. Arkadaşının deyimiyle, “Böyle bir sonu nasıl Mustafa’ya reva görür, alt tarafı bir lise öğrencisi o.” Burada yetişkinlerin belirlediği bir son söz konusu ya da çocukların hali hazırda tüketildikleri bir savaşın yanı sıra yaşantılarına sadece edebi bir malzeme olarak bakılması mı eleştiri konusu olan? Hassas bir konu, bu noktaya biraz değinebilir miyiz?
Söylediğiniz gibi, yetişkin dünyası çocukların sonunu yazıyor. Göz göre göre kötü sonlara mahkûm ediliyor çocuklar. Borges’in kendi içine düşen öykülerini biliyorsunuz. Avcının av, avın avcı ile karıştığı durumlar. Özgürlük öyküsündeki bütün yaşantılar aynı zemine düşüyor. Karakterler aynı travmanın üzerinde eşeleniyor. Kısıtlanmış durumdalar. Hepsinin kafasını çarptığı duvar aynı, o çarpmanın etkisinden kurtulmaya çalışıyorlar. Öğrencilerden malzeme toplayan o öğretmeni eleştirmek için yazan da onunla aynı şeyi yapmış sayılır!
Çocuklardan bahsettik; Özgürlük, YDÇ-H ve Üzgün Yıllar öykülerinde özellikle karşılaştığımız büyümek olgusu… Çocukların büyüdüklerini anladıkları anların net sınırlarla çizili olduğunu görüyoruz. Öyküleri anlatılan çocukların büyüdüklerini kabul etmek yerine bu çocukların çocuk olma haklarının ellerinden alındığından bahsedebilir miyiz ya da salt böyle bakmak kolaycılık mı olur?
Büyümek evrelerden oluşan bir süreç olsa da insan dönüp baktığında belli eşiklerden geçtiğini ve orada “kendini büyümüş” hissettiğini hatırlıyor. Bir iki kavşak dönülüyor ve her şey değişmiş oluyor. İyi düşünürsek büyüme anlarımıza ilişkin ışımalar yakalayabiliyoruz. Annenizle gittiğiniz misafirlikte artık çocuklarla birlikte oturtulmayıp önünüze yetişkinler için konulan tabaklardan bir servis konulduğunda olabilir mesela. Zihninize düşen ışın böyle pozitif bir ânı aydınlatıyorsa bu iyi. Ama bir sabah okula gitmek için uyandığınızı, sokağınıza derin çukurlar kazılı olduğunu görmüşseniz ve sokağa çıkmak yasaklanmışsa… Kardeşiniz evde duramayıp oyun oynamak için kapı önüne çıkmışsa, bir kurşun onun küçük bedenine saplanmışsa… Berbat bir şekilde, büyümüş hissedersiniz. Bu bizim felaketimizdir. Çocukluktan yetişkinliğe yumuşak evrelerle değil felaketlerle geçiyoruz.
Toplumsal cinsiyet rollerinden nasibini almış iki ayrı kadının hikâyesine değinmişsiz Kanepede Oturarak ve İlk Gün öykülerinde. Selma yeniden başlarken diğer yazar ise kendisi ile birlikte an’ı dondurmayı seçiyor. Yazar olmak zor, kadın yazar olmak ise daha zor hale geliyor. Gündelik yaşam içinde kadınların yazmaya yönelik pratikleri de anlaşılamıyor. Bu konuda erkek yazarlar daha avantajlı diyebilir miyiz ve “kadın yazar” olma vurgusunun yapılmasına nasıl bakıyorsunuz?
Herhangi bir renge, nesneye, mesleğe cinsiyet giydirmenin lüzumu yok. Bunu, bu ayrımdan fayda gören kalıpçılar üretiyor. Siz, ‘Yazar olmak zor, kadın yazar olmak daha zor’ diyorsunuz, elbette öyle. Dünyanın angarya işleri sırtımızda. Yazarlığınızın önüne getirilen kadın ifadesiyle, yazarken kadınlığa bağlanmış toplumsal rollerini aklında tut deniyor: Birazdan bilgisayarı kapatman gerektiğini, evi toplayıp markete gideceğini ve akşam yemeği hazırlayacağını biliyorsun değil mi? Oysa en azından yazarken bu rollerden kaçabildiğimiz kadar uzaklaşmak istiyoruz.
Edebiyat üretirken erkeklerin avantajlı oldukları konusunda, genel sözler söylemek doğru olmaz. Toptan mahkûm etmenin yanıltıcı olabileceğini ve kendine emek vermiş insanlara haksızlık olacağını düşünüyorum. Bir kadına bakım, temizlik, yemek vs. açılardan ihtiyaç duymayı ya da bağımlı olmayı aşağılayıcı bulan erkekler olabilir. Sayıları az ya da çok da olabilir, bunu bilemeyiz. Herkese ilişkin laflar savurmak bu yüzden hadsizlik olacaktır.
Elbette hâlâ meseleyi kavramaktan uzak olanlar da var. Örneğin, bir sohbet ortamında kitaplarını pek sevdiğim bir yazar, “Ev işlerinde eşime çok yardım ederim,” demişti. Sanırım orada bulunan kadın arkadaşlarca takdir edileceğini düşünüyordu. Yanılıyordu. Yardım günleri geçti. Kendi işinizi yapıyorsunuz ve bunda takdir edilecek bir şey yok.
Söyleşi: Yetgül Karaçelik – edebiyathaber.net (9 Mart 2017)