Yazarının Kaleminden Yapıtların Yaşamöyküleri
Genel olarak, tanımı ve yorumu en çok yapılan sanattır edebiyat. Eleştiri kuramlarının her birinin kendine özgü dili, yöntemi, ilkeleriyle edebi eser her defasında yorumlarla yeniden inşa edilir, düzenlenip yeniden yapılandırılır, yapıbozumla parçalara bölünerek göstergelerinin izinde anlam üretimi sürekli çoğaltılır. Eserin, eserle birlikte sanatçının estetik ideolojisini, hakikatini ortaya çıkarmaya çalışır.
Günümüzde olduğu gibi, geçmişte de eleştirmenlerin gözde türü roman olmuştur. Toplumbilimsel eleştirinin kurucularından Lukacs, romanı, “Tanrıların bulunmadığı bir dünyanın destanı” diye tanımlamıştı. Bahtin ise romanı destanın bir yan ürünü olarak görmüyor, bütün türlerin bir birleşimi olduğunu söylüyordu. Ona göre, farklı söylemlerin, ideolojilerin bir araya geldiği bir etkileşimler dizgesiydi roman. Proust’un görüşlerine karşı çıktığı tarihsel eleştirinin çok konuşulan ismi Sainte-Beuve, yazınsal yapıtı, yazarın eğilimlerinin bir “kabı” olarak tanımlıyor; eleştirmeni, yapıtı üreten yazarın yaşamöyküsünü tanıyıp bilmekle sorumlu tutuyordu. Proust, edebi eseri, yaratıcı benliğin sonucu olduğunu belirtirken sanatçının özünü yapıtının kendisinde aranması gerektiğine inanıyordu.
Sanatçının yöntemini, hangi kaygıları güderek eserini yazdığını, ilettiği görüntü ideolojisinin perde arkasında neyin gizlendiğini araştıran kurumsal eleştiri ekolleri tanımlamalarıyla, yarattığı iktidarın etkisiyle döneminin algısını yönlendirdi.
Yazarlar, kimi zaman eserinden bağımsız metinlerde, kimi zaman kitabının önsözünde, kimi zaman da kurgusunun içinde, tüm bu eleştirilere bir yanıt niteliği de taşıyan yazma eylemlerinin gerçekleşme serüvenini açıkladılar. Kurdukları ya da devraldıkları teknikleri kullanma biçimlerini, konuyla biçemi uzlaştırma yöntemlerini, yaşamın gerçeğinin estetiğe dönüşüm sürecini anlattılar.
Edebiyatımızın önde gelen deneme yazarlarından İshak Reyna, “Eserimi Nasıl Yazdım?” sorusunun izinde söz konusu metinlerden bir seçki hazırladı. Kitabın adı,“Yazarın Kuramı”. İshak Reyna, metinler arası ilişki kurulmasına imkân tanıyan bir ortam yaratarak şairlerle roman yazarlarının bu soruya verdiği yanıtlardan oluşan metinleri bir araya getiriyor. Reyna, bu kitabında otuz iki yazar ve şairi uzun soluklu bir panelde ağırlıyor sanki. Kıyıda köşede ya da eserinin gölgesinde kalmış, birbirinden bağımsız, farklı tarihlerde kaleme alınmış metinler aracılığıyla farklı coğrafyaların sanatçılarını aynı ortamda buluşturmuş, aynı konunun farklı açısından bakan bir yazarın sözünü ettiği durumu, bir diğeri, sözü ondan devralarak devam ettirmiş gibidir. Yazarın öykü derlemedeki ustalığı, bu defa birbirini tamamlayan metinlerin seçimi ve sıralanmasına yansıyor.
Eleştiriye içeriden bakmayı öngörüyor Yazarın Kuramı. Kimi zaman gölge karaktere dönüşse de yorumcu- aracının tanımlaması olmadan, yazarın eğilimlerini, yapıtın meselesini, “kabı” oluşturan bileşenleri kendi gördüğü noktadan izletiyor.
Kitapta ilk sırayı 1749 yılına tarihlenen metniyle Rousseau alıyor. Eserinin bilincini yorumlayan Rousseau, İtiraflar başlıklı metninde, “Belleğime ne kadar güvenirsem bana o kadar yardım eder: İçindekileri kâğıda döktüğüm anda, beni bırakır ve bir şeyi bir kez yazdıktan sonra artık onu hiç hatırlamam,” diyor. Hemen arkasından gelen “İnsanlık Komedyası’nın “Önsöz”ü ile Balzac, henüz yazılmayan tasarıların altında yatan saf, çekirdek düşüncelerin dökümünü yapıyor.
Poe’nun “Kuzgun” başlıklı yazısını Toplu Öyküleri kitabının giriş bölümünde ilk okuduğumda, öykülerinde uyguladığı yöntemi görmüştüm. Sonu bilinse de gizlerle dolu eylemin her aşaması bambaşka bir aydınlığa doğru sürüklenirken bilinen gerçeklerin üzerindeki görünmeyen örtünün kalkmasıyla ilgili bir kurguyu, şiirinin kurgusunu anlatıyordu. “Kuzgun”, tamamlanmış bir şiir değil, bir öykünün kahramanıydı. “Yazarın Kuramı”nda ise “Kuzgun”, metinler arası ilişki içinde nesnelliğinden sıyrılıp öznelliğini, kendiliğinden olan varlığını sözünü sakınmadan ilân ediyor. Poe, Rousseau’nun sözünü tamamlamak istercesine, unutmanın önüne geçmek için yazarın, çözümleyerek ya da yeniden kurarak eserinin işleyiş biçimini göstermenin yararlı olduğunu belirtiyor ve sözlerine şöyle devam ediyor; “Çoğu yazar –özellikle şair- bir tür delice coşkunluk –esrik bir sezgi- sayesinde yazdığının sanılmasını tercih eder ve halkın perdelerinin arkasında, düşüncenin ayrıntılarda saklı olan, kararsız hamlıklarına –tam olgunluğa ulaşmamış sayısız düşünce kırıntısına – başa çıkmak mümkün değil diye bir kenara atılan tamamen olgunlaşmamış hayallere –sakınımlı seçimler ve geri çevirmelere- acı dolu silinti ve eklemelere (…) kaçamak bir bakış fırlatılmasına izin vermek, onların tüylerini diken diken eder.”
Kitaptaki kimi metinlerde, yaratıcı gücü elinde bulunduran kişi olarak sanatçı, yaşamın kaotik düzeni içindeki konumunu, çevresinde gelişen olaylara bakışını aktarırken kendisini, yaratma sürecini gerçekleştiren başka bir hikâyenin başkahramanına dönüştürüyor. Yaşadığı ve duyumsadığı dünya ile eserinin evreni arasındaki ilmekleri gösteren, sonra da eserine gösterdiği titizliğin görülmesini isteyen bir kahramana.
Canetti, denemesinde büyük eseri Körleşme’nin oluşum evresini anlatırken otobiyografinin samimi atmosferini kuruyor. Odasının dışarıya açılan penceresinden izlediklerini, içeride titizlikle yürüyen çalışma serüvenini, odaklanmasına katkıda bulunan nesneleri, kendisinde iz bırakan ilişkilerle kurduğu dostlukları sinematografik anlatının olanaklarıyla dile getiriyor. Kitaba alınan metin, Canetti’yi kitle ruhunun dinamiklerini çözmeye yönelten toplumsal olayları, yanı sıra yarattığı kült karakterlerinin beslendiği kişileri ve durumları işaret etmesi bakımından önem kazanıyor.
Kenzaburo Oe, ‘ “Aile Bağları”nın Muğlaklığı’ başlıklı konferans metniyle yer alıyor kitapta. “Kitaplarımda kendi ailemden söz ettim. Herkesin okuyabileceği şekilde, kendi ailemde gördüğüm meseleleri romanlaştırdım,”(s.257) diyor Oe. Zihinsel engelli bir evlada sahip olduğunu bildiğimiz yazarın pek çok yapıtında engelli çocuklarla karşılaşırız. Kişisel Bir Sorun adlı romanı, çocuğunun engelli doğduğunu öğrenen bir babanın gerilimi, bunu patolojik bir mesele haline getirmesi ve çocuğundan kurtulmak için giriştiği mücadele üzerine kurulmuştur. Anlatıcı karakterin kendini tanıması ve gerçekleştirmesi yolunda bebeği bir nesne işlevi görür. Onunla barışması, kendisiyle uzlaşıya varmasıyla eş zamanlıdır. Oe, konferansında dilimize henüz kazandırılmayan bir kitabından söz ediyor. Onun olay örgüsünü, karakter çözümlemesini yaparken kendi yaşamıyla da bir hesaplaşmaya girişiyor ve öteki eserleriyle özellikle de Kişisel Bir Sorun’la karşılaştırma yapılabilmesi için eleştirmenlere sıkı göstergeler iletiyor.
Çağdaş Japon edebiyatının önde gelen yazarlarından olan Oe, söz konusu konferans metniyle, niçin yazdığını açıklarken, kendi eserlerinin bütününe varoluşsal psikanaliz kuramın yöntemleriyle bakıyor. Fransız edebiyatı eğitimi alan yazar, yaşamöyküsel eleştiri kuramını hatırlatarak adeta Sartre’a selam gönderiyor.
Tanpınar, Mahur Beste’sinin esas muhatabı Behçet Bey’e hitap ederek kaleme aldığı mektubunda, karakter yaratma dersleri de veriyor, tıpkı, Henry James gibi. James, Turgenyev’i referans göstererek kurgu kişisinin yaşayan bir karaktere dönüşebilmesi konusu üzerinde duruyor. Orhan Kemal’in bu kitapta bulunmayan bir söyleşisindeki açıklamaları, Turgenyev’in yaklaşımıyla aynı noktada buluşuyor. Orhan Kemal, Mustafa Baydar’ın “Edebiyatçılarımız Ne Diyorlar?” kitabında yer alan söyleşisinde, kişilerin karakterini, ruh durumunu yazarın müdahalesi olmadan tamamen kendilerine bırakmak için diyalogun diyalektiğine başvurmanın önemini vurguluyor. Karakterlerin olduğu gibi yansıtılmasının yöntemlerini anlatıyor. Turgenyev’in de kişiliklerini en iyi belirtecek ilişkileri, her bir karakterin olduğu gibi algılanmasını sağlayacak en iyi durum ve olayları seçtiği James tarafından aktarılıyor.
Selim İleri’nin deneme biçiminde kaleme aldığı Romanımı Yazarken adlı metni, oluşsal (genetik) eleştiri için bulunmaz bir veri kaynağı. Oluşsal eleştiri, bir eserin oluşum halindeki süreci irdeler. Ele aldığı eserin yazım öncesi, yazım dönemi, yayım öncesi ve yayım dönemiyle ilgilenir. Kitabın yazılma sürecine eşlik eden günlükler bunun için hazine değeri taşır. İleri’nin, denemesinde Her Gece Bodrum kitabının günlüğünden paylaştığı notlar, oluşsal eleştiriyle eserin çözümlenmesi için eleştirmeni tetikleyip kamçılayan bir işaret fişeğidir.
Hasan Ali Toptaş, yazar- anlatıcı kimliğiyle Uykuların Doğusu kitabının hazırlanma ve tamamlanma evrelerini anlatırken ne İleri, ne Poe, ne de James gibi eserinin ilmeklerini çözümlemeye yönelik bir tutum içindedir. Romanın mimari yapısını biçimleyen görünümleri, bunun kendi üzerindeki etkilerini ve etkiyi okura iletebilmek için bulduğu yöntemleri aktarır. Uykuların Doğusu tamamlandıktan sonra, “Karşımızda, anlatıcısının planlarını altüst eden başka bir metin duruyor,” diyen Toptaş, baştaki planının detaylarını ele vermez, sadece, romanın, yazarının planını altüst edebilecek, kendini yazdıracak başka bir enerjiye sahip olduğunu belirtir. Romanı gizlerinden arındırıcı bir yaklaşımı yoktur metnin. Tersine, yazarın eserine duyduğu hayranlığın dile gelmesidir. Selim İleri’nin Romanımı Yazarken denemesinde İlhan Berk’in şiirleri üzerine yazdığı şiir günlüğünü değerlendirmesi, Toptaş’ın metni için de geçerlidir. Sanatçı, oluş aşamasındaki eserinin sahnelerinden ne denli etkilendiğini, duygu dünyasındaki sarsıntıyı, eserine hayranlığını yazısına yansıtır.
Yazarı, kendi eserinin yaşamöyküsünü, anlam ilkelerini açıklamaya iten, onu çözüp ayrıştırırken kendisi ile arasındaki mesafeyi de iyiden iyiye aralayan, eleştiriye karşı duyulan güven kaybı olabilir. Nitekim, bugüne kadar Engels’ten Adorno’ya, inançları, politik kimliği ve yaşam biçimi ile eserleri arasındaki ilişkinin sıklıkla irdelendiği Balzac, İnsanlık Komedisi’nde şu sözlere yer verir; “Beyin ve onun her türdeki ürünleri (ne de olsa sanatta insanın eli beynini sürdürür, onun uzantısıdır) kafatasının içinde serpilen apayrı bir dünyadır; duygulardan, yurttaşın, aile babasının, özel insanın erdemleri denilen şeyden tamamıyla bağımsızdır.” Bu sözler, yaşamöyküsel eleştiri yönteminin, sanatçı tarafından reddedilişinden başka bir şey değildir. Proust’un Kayıp Zamanın İzinde romanı gibi Selim İleri’nin Bu Yalan Tango adlı kitabı da eleştiri roman niteliğindedir. İleri, romanında yaygın eleştiri anlayışını baştan sona eleştirir. Eleştirmenlerin, döneminin moda akımına göre yargılayan tutumuna yönelik bir eleştiridir bu.
“Yazarın Kuramı”nda Conrad’ın notu, eleştirinin yazarı ne yönde etkilediğini bir belge biçiminde okura iletiyor.
“Yazarın Kuramı”, eleştiriyle birlikte tür ayırımı yapılmaksızın edebiyatın farklı yöntemlerini, yaklaşımlarını kucaklıyor.
Not: Engels, Margaret Harkness’e mektubunda, Balzac’ın kişisel siyasal tavrını, romanlarında kendi düşüncelerini taşıyan kişilere karşı tutumuyla karşılaştırır; Marx ve Engels, Sanat ve Edebiyat Üzerine, çev. Murat Belge, İst. 1980, s.39-40. Adorno ise, yazarın eserlerindeki politik tavrı, tarih ve felsefenin verileriyle çözümler: Theodor W. Adorno, “Balzac’ı Okumak”, Edebiyat Yazıları, çev. Sabir Yücesoy, Orhan Koçak, Metis yay. İst. 2004, s.48-69.
Fadime Uslu – edebiyathaber.net(15 Aralık 2010)