Söyleşi: Gamze Erkmen
Fadime Uslu’nun Yüzen Fazlalıklar isimli öykü kitabı geçtiğimiz ay Can Yayınları etiketiyle raflardaki yerini aldı. Farklı gibi görünen, birden çok duyguya dokunan ve bir şekilde birbirine bağlanan öyküler, kimi zaman sabit kimi zaman değişken bir atmosfer çerçevesinde hayatın içindeki yüzen fazlalıkları okura aktarıyor. Hem okuru hem de atölyelerinden birinde öğrencisi olma şansına sahip olduğum Fadime Uslu ile yeni çıkan kitabını ve yazarlığını konuştuk.
“Yüzen Fazlalıklar” bir isim tercihi olarak, okur tarafından henüz rafta görüldüğünde dahi ilgi çekebilecek nitelikte. Elbette öykülerinizi okuduktan sonra ise, bu iki kelime büyüleyici bir anlam kazanıyor. Bize biraz hem sizin deyiminizle “yüzen fazlalıklarımızdan”, hem de kitabınıza bu ismi verme sürecinizden bahsedebilir misiniz?
İki yılı aşkın bir süre içinde oluştu bu kitap. ‘Sabit ve Değişken’ adlı öykümü yazdığımda bunun arkasının gelip gelmeyeceğimden emin değildim. Daha doğrusu böyle bir beklenti içinde değildim. Öykünün içinde filizlenen yeni öykü davetleri, düşünmediğim atmosferlerin içine aldı beni. Dişil bir kanal bulmuştum, birinin içinde bir başkasının hikâyesi doğdu ve öyküler birbirini izledi. Sonunda kitap bütünlüğüne ulaştı çalışmalarım. Ama dosyanın henüz adı yoktu. Bu konuda oldukça zorlandım; kitabın adını koyamıyordum. Sonunda öykünün içindeki bir diyalog yardımcı oldu bana; öykünün ana karakteri Leyla Abla, benim de çok sevdiğim John Milton’un bir şiirinde geçen yüzen fazlalıklar’dan söz ediyor. Leyla Abla yeni bir anlam katarak kullanıyor bu iki sözcüğü. Hepimizi bir biçimde kemiren yaratılmış nesnelere duyduğumuz bağımlılılar, türlü türlü yükler, yani fazlalıklar öykü kişilerimi de hırpalıyor; ‘yüzen fazlalıklar’ da bütün öyküleri bağladığı için kitaba en uygun başlığın bu olacağını düşündüm. İlk kitabım Büyük Kızlar Ağlamaz’ın başlığı da bir şarkı sözüdür.
Yüzen Fazlalıklar, bir çeşit modern kadın öykülerinden oluşuyor diyebiliriz. Tematik olarak sizi modern kadınların hayatlarını incelemeye iten nedir?
Buna ‘iten’ değil de ‘çeken’ diyebiliriz. Sonuçta hepimiz kuşatılmış bir yaşamın içindeyiz. Bireyleşemeden toplum teki olmaya yatkınız. Medya bütün gücünü kullanarak dayatıyor bunu. Sistem bünyesindeki zorbalığı kadınlara, eşcinsellere daha çok yöneltiyor. Farklı biçimlerde uygulanan zorbalığa, dayatmalara, baskıya karşı direnerek ayakta durmaya çalışan, bunun bedelini fazlasıyla ödeyen kadınlar daha önce de kalemimin odağındaydı. Bu kitapta kadınları meseleleriyle daha detaylı ele aldığımı söyleyebilirim.
Kitabın ilk cümlesiyle son cümlesi arasında bir bağ olduğu açık bir şekilde görülüyor. Söylemek istediğim, başlangıçtaki ve sondaki iki kısa öykünüz, açık bir şekilde kitabın açılışı ve kapanışı tadında bir rol üstlenmiş gibi. Bu bilinçli bir biçim tercihi midir, yoksa kaleminizin planlarınız dışında da akıp gittiği olur mu?
Öykülerimi önceden planlamıyorum genellikle, kalemim gittiği yere götürüyor beni. Bir sözcük ya da cümleyle başlayan, hikâyenin yönlendirmesiyle gelişip kendini tamamlayan serüvenden söz ediyorum; her serüven gibi çıkmaz sokaklara dalabilir, umulmadık keşifler yapabilirsiniz. Hikâyenin özündeki yasayı bulmak ve tekniği ona göre çalıştırmak, benim çalışma yöntemim bu. Öyküye büyük bir aşkla bağlanmamın nedeni de yazma sürecindeki bu büyülü yolculuk. Ancak ‘Yüzen Fazlalıklar’ın başında ve sonunda yer alan iki kısa öykü bilinçli bir tercih. Daha önce de üzerinde durduğum gibi, çalışmalarım kitap boyutuna ulaştığında öyküler arasında bir bağ da kurulmuştu. Onları böyle bırakamazdım; bir parantez açıp kapamam gerekiyordu. Girişteki Uyku Yılanı ile kapanış bölümündeki Yılanlı Rüya’yı en son yazdım.
Öykülerinizin bazılarının kurgusunda kırlangıçlar oldukça güzel bir “senfoni” oluşturduğu için bu soruyu sormak istiyorum. Edebi tür anlamında özellikle öykü yazarken birtakım sembollerin varlığı, karakterlerin anlatmak istediklerini güçlendiriyor olabilir mi?
Kullandığınız her sembol öyküye hizmet etmelidir bana göre. Mekân, mekândaki detaylar, kişiler, diyalog kadar kıymetlidir. Sonuçta öykü ayrıntı sanatıdır ve öykü yazarı ayrıntıları dokuyarak hikâyenin aurasını yaratır. Öykülerimin arasında uçuşan kırlangıçları seçmem tesadüf değil elbette. Leyla Abla’nın içsel göç özlemiyle kırlangıçların göçmenliğini aynı potada ele aldım. Karakterimin iç sarsıntılarını, geçmişten bir türlü kopamayışını bu kuşlarla güçlendirmeye çalıştım.
Toplam dokuz adet öykünüz içerisinden çoğunluğunun kurgusu Leyla, Belgin ve Mari’nin hikâyesi çerçevesinde şekilleniyor. Bu da okura, öykünün kısa ama etkileyici atmosferi içinde, bir roman kurgusuyla karşılaşacakmış hissi de yaşatıyor. Leyla’nın öyküsünden yola çıkarsak, bu kitabınızda yer alanları ya da diğer öykülerinizi romana çevirmeyi hiç düşündünüz mü?
Hayır düşünmedim. Edebi türler arasındaki sınırın günümüzde iyice saydamlaşmaya başladığı bir dönemde böyle bir ayırıma gerek görmüyorum. Okur olarak da elime aldığım metnin edebi türünü sorgulamıyorum. Burada tek ölçüt var, o da edebiyat.
Kitabınızın ismi ve karakter diyaloglarıyla John Milton’a atıf yapmışsınız. Yine, bir diğer öykünüz Nobel ödüllü Japon romancı Yasunari Kavabata’ya adanmış. Başarılı bir öykücü olarak ilham alıp alıntılar yapmaktan hoşlandığınız, iyi bir okur olarak da mutlaka okunmalı, dediğiniz diğer isimler kimlerdir?
Beni besleyen o kadar çok yazar var ki, burada sıralayacaklarım dışında adını anmadıklarıma bir haksızlık olacak. Sait Faik, Orhan Kemal, Vüs’at O. Bener, Cemil Kavukçu, Andrey Platonov, Alice Munro, Raymond Carver, Ernest Hemingway, Julio Cortazar, Stefan Zweig, Antonio Tabucchi listemin başında yer alıyor. Öykülerimde zaman zaman sevdiğim yazarları anıyorum.
Öykü kitaplarınız dışında yazmış olduğunuz çocuk romanlarınız da var. Çocuk romanı yazmak ile öykü yazmayı karşılaştırırsanız, hangi yazım türü sizi bir yazar olarak daha çok doyuma ulaştırıyor?
İkisi arasında çalışma yöntemi, titizliği konusunda hiçbir fark yok benim için. Çocuklara yazarken yaşımı küçültüp o yıllara dönüyorum. Bir yandan da bugünün çocuklarının kaygı ve sevinçlerini yaşıyorum. Bir anlamda çocuk okur oluyor ve yazardan ne beklediğimi söylüyorum kendime. Çocuk romanları yazmak son derece keyifli bir yolculuk sunuyor bana. Çocuk romanlarımın daha eğlenceli olduğunu söyleyebilirim.
Yazmaya gönül vermiş kişilerin, belki de bir öykü kitabı çıkarma hevesinde olanların cevabını merak ettiği bir konu olduğunu düşündüğüm bir sormak istiyorum size. Elbette bir paragrafa sığamayacak kadar uzun bir cevabı olacaktır ancak yine de yazar adaylarının, öykülerinin atmosferini oluştururken özellikle nelere dikkat etmeleri gerekir?
Kelimenin tam anlamıyla; üretme sürecinde çevreleri ne denli kalabalık olursa olsun, kendileriyle, kahramanlarıyla baş başa kalmaları ve o güne kadar okudukları her şeyi unutmaları gerekir. Şu anda bir başyapıt ortaya koymayacağım, sadece içimden gelenleri yazacağım dememeliler. Her ne yazdılarsa birkaç gün, belki haftalarca yazdığı satırlara bakmamalarını öneririm. Yeniden okuduklarında karşılarına çarpıcı –biraz da acımasız- bir ayna çıkacaktır. Ayıklanması gereken her şey için silgiyi kullanmamaktan çekinmemeli; çünkü, bir yazarımızın dediği gibi öyküler kalemden çok silgiyle yazılır. Her şey böyle başlar, yalnızca okumaya ve yazmaya tutkuyla bağlananlar, inat edenler kazanır. Hikâyenin ruhunu hissetmeden, karakterlerin yüreğinin sesini duymadan yazarsanız bunu okuyucu da duymayacaktır. Güçlü bir atmosfer kurmak ve bunu yaşatabilmek için kendinizi tamamen öyküye adamanız gerekir.
Son olarak, yazmak isteyenler için yazım atölyeleri düzenliyorsunuz. Atölyeleriniz ile ilgili yeni projeleriniz var mı?
Çeşitli projelerim var, ama henüz netleşmedi. 2016-2017 döneminde de öykü estetiğinin farklı alanlarıyla ilgili paylaşımlarımı sürdürmeyi düşünüyorum.
Gamze Erkmen – edebiyathaber.net (27 Eylül 2016)