Ray Bradbury, ilk kez 1947 yılında Bright Phoenix / Parlak Anka Kuşu adlı bir kısa hikâye yazmış. Sonra bu hikâyenin ana fikrini koruyup düzeltmeler yaparak The Fireman / İtfaiyeci adlı bir novellaya dönüştürmüş ve 1951 yılında Galaxy Science Fiction adlı bilimkurgu dergisinde yayımlamış. Novellayı daha da genişleterek romana çevirmiş. Kitaba birçok isim verdiği olmuş ama hiçbirini beğenmemiş. Sonra kendine “Kitaplar kaç derecede tutuşup yanar?” diye sormuş. UCLA’da fizik bölümüne ve kimya bölümüne telefon etmiş. Birkaç başka üniversiteyi daha aramış ama cevap alamamış, çünkü kimse bilmiyormuş. Sonra kafasında bir ışık yanmış ve Los Angeles itfaiye teşkilatını arayıp şefe ulaşmış:” Kitap kâğıdı kaç derecede tutuşup yanar?” diye sormuş. “451 Fahrenheit” demiş şef. “Mükemmel!” demiş Ray Bradbury ve tersine çevirip kitabın ismini koymuş.
Yani Fahrenheit 451, kitap kâğıdının tutuşup yanma sıcaklığıymış.
İlk kez 1953 yılında ABD’de yayımlanmış. 1954 yılında Playboy dergisinde üç ay boyunca tefrika edilmiş.
Romanda olaylar, gelecek bir zamanda ABD’de geçiyor. Guy Montag bir itfaiyeci. Babası da itfaiyeciymiş, dedesi de. Kitap yakıyorlar. İşleri bu. Montag, bir gün komşu evde oturan Clarisse ile karşılaşıyor. Clarisse, iyi hissettirdiği için yağmurda yürümeye bayılan on yedi yaşında bir kız. “Yaktığın kitapları okuduğun oluyor mu?” diye soruyor Montag’a. “Bu kanuna aykırı!” diye cevaplıyor Montag. “Mutlu musun?” diye sorduğunda kafası iyice karışıyor.
Fark ediyor ki gecelerini uyku haplarıyla geçiren, gündüzlerinde dört duvarın üçünü kaplayan televizyon ekranlarından bağırıp çağıran insanları aile ve akrabalar diye kabul eden karısı Midred’i sevmiyor.
Montag’ın kafa karışıklığını ve evinde kitap sakladığını fark eden şef itfaiyeci Beatty onunla konuşuyor: “Hepimiz birbirimize benzemeliyiz. Anayasa’nın dediği gibi herkes hür ve eşit doğmaz ama eşit hale getirilir. Her insan diğer herkesin suretidir; o zaman herkes mutlu olur çünkü sinmelerine yol açacak, kendilerini kıyaslayacak dağlar yoktur. Yandaki evde bulunan bir kitap, dolu bir tabancadır. Yak onu. Silahın mermisini al. Adamın zihnine zorla gir. Okumuş adamın hedefinin kim olacağını kim bilebilir? Tüm dünyadaki evler yangına dayanıklı hale getirildiğinde, itfaiyecilerin eski işlerini yapmasına gerek kalmadı. Onlara bu yeni iş verildi, iç huzurumuzu koruma, aşağı olmaya karşı duyduğumuz anlaşılır ve haklı korkuya yönelik odağımızı koruma görevi verildi; resmi sansürcü, yargıç ve infazcı oldular. Bu sensin Montag ve bu benim.”
“Siyah insanlar, Küçük Siyah Sambo’yu sevmiyor. Yak gitsin. Beyaz insanlar Tom Amca’nın kulübesinden hazzetmiyor. Yak gitsin. Biri tütün ve akciğer kanseri üzerine kitap mı yazmış? Sigara üreticileri ağlıyor mu? Kitabı yak gitsin. Sakinlik, Montag. Huzur, Montag, Kavganı dışarıda et. Daha da iyisi yakma fırınının içinde. “
Montag bu sırada son yaktıkları kitap yığınından kaçırdığı bir kitabı yastığının altında sakladığı için çok gergin. Beatty devam ediyor.
“Bir, insanın siyasi açıdan mutsuz olmasını istemiyorsan, bir meseleyi iki farklı açıda sunma ki kaygılara kapılmasın; tek bir açıdan sun. Daha da iyisi, hiçbir açıdan sunma. Bırak savaş diye bir şey olduğunu unutsun. Hükümet verimsizse, kadroları fazlasıyla şişkinse ve vergi manyağıysa, insanların onunla ilgili kaygı duymasındansa hükümetin bunların hepsi birden olması daha iyi. Huzur, Montag. İnsanlara en popüler şarkıların sözlerini, eyalet başkentlerinin isimlerini veya Iowa’da geçen sene ne kadar mısır yetiştiğini hatırlayarak kazanacakları yarışmalar vereceksin. Onları yanmaz verilerle dolduracaksın, ‘gerçekleri’ boğazlarına tıkıştıracaksın, öyle ki kendilerini tıka basa doymuş ama onca veri sayesinde kesinlikle ‘zeki’ hissedecekler. O zaman düşündükleri hissine kapılırlar, hareket etmedikleri halde hareket ediyormuş gibi hissederler. Ve mutlu olurlar, çünkü o türden gerçekler değişmez. Onlara bir şeyleri yorumlamaları için felsefe veya sosyoloji gibi kaygan zeminli şeyler vermeyeceksin. O yol melankoliye çıkar.”
Montag ikna olmuyor. Önce içinden sonra dışından isyan ediyor. “Suçluları kimsenin dinlemediği zamanlarda konuşup onları ifşa edebilecek masumlardan biriydim ama konuşmadım ve dolayısıyla ben de suçlu oldum.” diyen Profesör Faber’le iş birliği yapıyor.
“Kitaplar, unutmaktan korktuğumuz bir sürü şeyi depoladığımız kapların bir türü sadece. Hiçbir sihirli tarafları yok. Sihir, sadece kitapların söylediklerinde, evrenin parçalarını nasıl dikerek bizim için giysi haline getirdiklerinde.” diyor Faber.
“İyi yazarlar hayat sık sık dokunur. Vasatlarsa elini hayatın üstünden çabucak geçirir. Kötüler hayata tecavüz eder ve onu sineklere bırakır.”
“Bize üç şey gerekli. Birincisi: Nitelikli bilgi. İkincisi: Onu hazmetmek için gerekli serbest zaman. Üçüncüsü de: İlk ikisinin karşılıklı etkileşiminden öğrendiklerimizde temellenen eylemlerde bulunma hakkımız.”
Montag, ikna oluyor, Faber’e güveniyor ve kaçıyor. Peşine yeşil gözlü mekanik tazıyı yolluyorlar. Kurtulup nehri geçiyor, okudukları kitapları ezberleyerek zihinlerinde korumaya alan profesörler ve aydınların oluşturduğu bir direniş örgütüne katılıyor. “Dışımız serseri, içimiz kütüphane!” diyorlar kendilerine. Kitaplar zihinlerinde hâlâ varlıklarını sürdürmekte.
Grubun lideri Granger konuşuyor: “Herkes ölünce ardında bir şeyler bırakmalı, derdi dedem. Bir çocuk, bir kitap, bir tablo, inşa edilmiş bir ev veya duvar, yapılmış bir çift ayakkabı. Veya ekilmiş bir bahçe. Elinin bir şekilde dokunduğu bir şey, öldüğünde ruhunun gideceği bir yer olsun diye; böylece insanlar ektiğin o ağaca ve çiçeğe baktığında sen orada olursun. Ne olduğu önemli değil, dokununca onu değiştirdiğin ve ellerini çektiğinde sana benzeyeceği bir şeye dönüştürdüğün sürece, derdi. Sadece çim biçen adamla bahçıvan arasındaki fark dokunuştadır, derdi. Çimleri biçen adam orada hiç olmamıştır; bahçıvansa bir ömür boyu orada olacak.”
Roman, Fransız yönetmen François Truffaut tarafından filme çekilmiş ve 1966 yılında “Değişen Dünyanın İnsanları” adıyla vizyona girmiş. Truffaut’un ilk renkli filmi, ilk İngilizce filmi ve tek bilimkurgu filmi özelliğini de taşımaktaymış. Yazının yasaklanmasına gönderme olarak filmde yazılı jenerik yerine sesli jenerik kullanılmış.
Ray Bradbury, okuyucuları tarafından bir bilimkurgu yazarı olarak nitelendirilse de bu türde Fahrenheit 451 dışında başka eseri yok.
“Ömür Boyu Başarı Ödülü”ne layık görülünce Pulitzer Komitesi’ne yaptığı konuşmada “Romanım hep yanlış tanımlandı. Fahrenheit 451, ne sansür ne de otoriter devlet üzerineydi. Romanımı o sıralar Amerika’yı kasıp kavuran McCarty soruşturmalarına bir karşı çıkış saymak da doğru olmaz. Romanım aslında televizyonun okumaya, özellikle de edebiyata ilgiyi nasıl yok ettiği anlatılıyordu. Bu bakımdan romanımda suçlu sandalyesine oturtulan devlet değil, bizzat halkın kendisidir!” demiş.
2010 yılında yaptığı bir başka konuşmada şöyle devam etmiş: “Cep telefonu, internet gibi makinelerden kurtulmamız lazım. Çok fazla makineleştik. Geçen yıl yaklaşık üç kez, farklı internet şirketleri kitaplarımı elektronik ortama koymak istedi. Ben de cevap olarak onlara ‘cehenneme gitmelerini’ söyledim.”
2012’de vefat ettikten sonra kitapları elektronik ortama girdi mi bilmiyorum ama Stephen King, Neil Gaiman gibi yazarların ilham aldığı, fantezi, korku ve bilimkurgu edebiyatının bu şahane yazarının sözlerine bugünlerde daha çok kulak vermek gerekiyor.
Ne diyelim, önce elimizdeki şu cep telefonlarını yavaşça kenara bırakalım, televizyonları kapatalım sonra da kitap okuyalım, yaşasın edebiyat!
edebiyathaber.net (5 Aralık 2022)