Bir yazarı / yapıtı bir düşünceden yola çıkarak okursunuz. Bu, sizdeki bakışın/düşünüşün bir ivmesi olduğu kadar; zamanın sizden istediği gerçeklik duygusuyla da ortaya çıkandır.
Yakın zamandaki okumalarımda yer alan bir dönemin kuşak yazarlarından Fakir Baykurt’un öykülerine dönünce şunu gözledim: Baykurt, nerede olursa olsun, insanı ve insana dair bir gerçekliği anlatmada ustaca bir bakış, dili kullanmada da yetkin bir tutumu olan anlatıcı olarak çıkıyor karşımıza.
Baykurt’un romancılığı kadar öykücülüğü de edebiyatımızda etkileyici bir kaynak olabilmiştir.
O ki; yerel/bölgesel edebiyatın kurulmasında öncül bir anlatıcıdır, bir konuşmamızda Türkçe’den söz ederken “Bir anlatıda dili, sözcükleri seviştirerek kullanacaksın,” demesini unutmam.
Her Baykurt okumamda onun dili kullanma biçimi kadar, neyi/niçin anlattığı da okuma/düşünmemin odağındadır.
Yeni basımları (*) önümde duran 15 kitaplık öyküler birikimini hemen üçe ayırıyorum. Kendimce yaptığım sıralamada Baykurt’un öykücülüğünün üç evresi çıkıyor karşıma;
İlk Dönem: Onun köy öğretmeni olarak çalıştığı süreçteki gözlem/izlenimlerinden yola çıkarak yazdığı öyküler toplamı ilkin “Çilli, Karın Ağrısı, Cüce” de (1955) yer alır. Köy yaşamının tümüyle tanıklığıdır diyebiliriz bu öykülere. Türkiye’nin kırsal yapısının ne durumda olduğunu anlatmaktadır bize, Baykurt.
“Efendilik Savaşı” (1959) Türkiye’nin aydınlanma serüvenine bir bakıştır. Kırsal Türkiye’nin kalkınma yolunun eğitimden geçtiğinin anlatılmasıdır. Baykurt, buradaki öykülerinde bunun tanıklığını getirir bize yaşanmışlıklar, gözlemlerle.
“Anadolu Garajı”nda Baykurt, (1970) bir yanda köylülük durumu, ötede köyden kente göç olgusunun tanıklığını getiren öyküleri çıkar karşımıza. Geçiş sürecindeki insanın sürüklenişini gene ironik biçimde anlatır.
Dönemin bir diğer kitabı “On Binlerce Kağnı” (1971) Baykurt’u gene kırsal kesim insanının sorunlarını yansıtmaya yöneltse de; bu kez öne çıkan sorunlar kadar anlatımındaki güçtür.
Baykurt, burada bize; dili kullanmanın incelikleri kadar, bir sorunu yalın anlatımla dile getirmenin etkileyiciliğini de gösterir. Adeta bir “halk anlatıcısı” olarak karşımıza çıkar.
Baykurt’un anlatıcılığı edebiyatımızda benlik uyanışının bir simgesidir. Yerlilik/ulusallık ve evrensellik çizgisine nasıl varılabileceğini her bir anlatısında gündeme taşıyabilmiştir. Bu kitabının girişine aldığı “Bu Öyküler Üzerine” yazısındaki şu düşünceleri önemlidir:
“ … ulusal uyanışlar, çok yönlü bir kültür kalkınmasıyla birlikte ve onun içinde, ulus çoğunluğunun anladığı bir dille yaratılmış ‘ulusal edebiyat’ların sonucudur. Başka uluslar, çoğunluğun anladığı böyle bir dili, masal, öykü, türkü, tekerleme vb. ile halk ağzında yüzyıllardır iyice özlemiş binbir güzel söz ürünüyle canlandırmış ve beslemişlerdir.”
Onun burada dillendirdiği düşünce kendi kurduğu anlatı dünyasının zenginliğini de tanımlar. Baykurt, burada aynı zamanda halk anlatılarındaki öykü damarını da anlatır bize. Dönem öykülerinde öne çıkan bu halk anlatıcılığı tutumunu “Efkar Tepesi” ndeki (1960) öykülerinde de buluruz. Burada daha bir öne çıkan Baykurt anlatıcılığının ironisi, dil tutumu ve doğayı anlatımda da ustaca belirir.
II. Dönem: “Can Parası” (1973), hem Baykurt’un öykücülüğünün hem de yaşamındaki evrilmenin yansımalarını içerir. Onun Köy Enstitüleri’ndeki eğitim süresince edindikleriyle vardığı yer; 1951’de “Seçilmiş Hikayeler Dergisi” nde yayımladığı ilk öyküsünden (“Karılar”) sonra onu edebiyata taşıyan yazma tutkusudur.
Baykurt, “Yılanların Öcü” (1957), “Tırpan” ile romancılığını bir yere taşıdığı gibi; bu kitabıyla da 1974 Sait Faik Hikâye armağanını kazanacaktır.
1960’larda TÖS Genel Başkanlığını yaptığı dönemde hem yazı hem de yaşama alanı genişlemiştir Baykurt’un. Bu yazdıklarına da yansımıştır.
“İçerdeki Oğul” (1974), “Sınırdaki Ölü” (1975), “Kalekale” (1978) işte bu sürecin ürünleridir.
“12 Mart” askeri darbesindeki tutukluluğu, sürgün ve gezginliği bu öykülerine yansır. Baykurt, yüzünü Anadolu coğrafyasının daha derinlerine dönmüştür bu kez. Onun içeride/hapisteki tanıklığı kadar ta Güneydoğu gerçeğine uzanan bakışı da bu öykülerini biçimler.
“Teller Değişti”de (Sınırdaki Ölü) karşımıza çıkan gerçeklik Baykurt’un yalnızca dönem sorunlarına yönelişini değil, ülke insanının temel sorunsalını öyküleştirmedeki etkili bakışını yansıtır.
III. Dönem: Baykurt’un Almanya dönemini kapsar. Kendi sürüklenişini de gerçekliklerini dile getirdiği insanların katıldıkları “göç” e bağlayan Baykurt, 1979’da gittiği Duisburg’da yaşamını sürdürür. Bir anlamda onun yeni yaşama/yazma yurdudur burası. “Duisburg Üçlemesi” adını verdiği romanlarının ilki “Yüksek Fırınlar” ı 1983’te yayımlar. “Koca Ren” (1986), “Yarım Ekmek” (1997) ardından gelir.
Baykurt’un bu dönem yazdığı öyküleri ardı ardına kitaplaşan bir öbekte yer alan “Barış Çöreği”, “Gece Vardiyası”, “Duisburg Treni” ni (1982) gene “Duisburg Üçlemesi” nin öyküler birikimi olarak nitelemek yerinde olur.
Baykurt, burada, Almanya/”dış göç” gerçeğine çeşitli açılardan bakar. Ele aldığı konular/sorunlar/izlekler yalnızca göçe katılıp gelenleri içermez. Yüzü/yönü insana dönüktür.
Almanlara Almanları da anlatmaktadır, onların gördükleri/göremediklerini de.
Uyum uyumsuzluktan, çalışma koşullarına, eğitim sorunlarından yerinden yurdundan olmaya, birçok sorun öykülerinde yer alır. Öyle ki, Baykurt oradaki yaşamın nabzını tutar. Yaşanan her durumun doğurduğu çelişkiler/çatışkılar, yabancılaşma öykülerinde çoğunlukla ironik biçimde yer alır. Burukluk, yaşananların etkileyiciliği kadar; anlatıcının yansıttıklarına dönük bakışında da yer eder.
Anadolu insanının Almanya’ya göçünün yansımalarının bütün boyutlarını Baykurt’un öykülerinde buluruz.
“Barış Çöreği”nde çocukların dünyasına yönelmesi, onların yaşadıkları yalnızlık ve uzaklıkları anlatması; yaban elde kendi dünyalarını kurabilmelerinin öyküsü Baykurt’un anlatıcılığındaki yalınlığa bir bir yansır.
Gören/gözleyen bir anlatıcının bakışı “Gece Vardiyası”, “Dışgöç” e katılma öykülerini bir araya getirir. Bu sürüklenişin neden/niçinlerini anlatır Baykurt. Bir yanda çalışma koşulları, ötede yabancı bir ortamda hayata tutunma çabası. Duisburg, gene bu öykülerin odağındadır.
Gündelik yaşamın seyrindeki çelişkiler, çatışkılar; bir arada yaşamın getirdiği bir takım uyum/uyumsuzluklar öykülere ironik biçimde yansır.
“Duisburg Treni”, Baykurt’un Almanya gerçeğine/Almanlara, onlarla bir arada yaşamaya başlayan göçmen işçilere bakışını anlatan öykülerden oluşur.
Gelip burada yaşama tutunmaya çalışan insanlar artık Duisburglu olmuştur. Onları buralı kılan hem edindikleri iş, hem de oluşturdukları yaşama ortamıdır. Baykurt, “Dil Kursu”, “Ağlama Thomas”, “Nisan Bir”, “Duisburglu Karma”, “Dokuz Taş” öykülerinde bunları ustalıkla anlatır.
“Telli Yol” (1998), Baykurt’un editörlüğünü yaptığım, öyküleri üzerine kendisiyle konuşup tartıştığımız kitabıdır.
Kendi Almanya serüvenini anlatırken, “Yazdığım insanlar buralara geldi. Ben de kalkıp onların ardından geldim; burada şimdi nasıl yaşıyor ve ne yapıyorlar onları yazmak için…” demişti.
İşte “Telli Yol” (1998) bu sürecin en yetkin öykülerini bir araya getirir. Almanya gerçeği neredeyse bütün yanlarıyla öykülere yansır.
Artık Baykurt, Ruhr Havzası’nın bir anlatıcısı olarak çıkar karşımıza. Derdi yalnızca “göçmen” işçileri anlatmak değildir. Bir arada yaşayan insanların gerçekliğine bakan Baykurt, öykülerinde mutlaka bir sorunu/durumu/nedeni ele alıp işler.
“Bizim İnce Kızlar” (1993), “Sabır Dağı” (2014)) bir bakıma “Telli Yol” daki öyküleriyle bütünleşirler.
Fakir Baykurt’u bugün de bize okutan düşünce insanlığın sürükleniş ve göç öyküsünde yatmaktadır. Göç ve göçmenlik, çağın sorunu. Anadolu insanının bir yerden bir yere göçünün tanıklığına öykülerinde kapı aralaması Baykurt’un anlatıcı kimliğinin simgesidir adeta. Yerli edebiyatın kurulma düşüncesi de onun bu yanını anlatır. Öyküleriyle var ettiği birikimi bu bakışla okumak Fakir Baykurt anlatıcılığının da kaynaklarına dönmek için benzersiz bir veri sunar okuruna.
Şimdi söz gelip onun romancılığına dayandı…
(*) Fakir Baykurt’un bütün yapıtları Literatür Yayınları tarafından yayımlanmaktadır.
Feridun Andaç – edebiyathaber.net (4 Şubat 2020)