Fakir Baykurt’un romancılığı ele alınırken, kuşkusuz, Türkiye’nin toplumsal değişiminin seyrine getirdiği tanıklık ilk kayda değer “tespit” olarak belirlenmeli. Ardından, kurucu edebiyatın bir yazarı olarak, onun, yazınsal gelenek oluşturmadaki çabasını görmek; dil/biçem kaygılarına getirdiği zenginlikle, ufuk açıcı birikime bakmak gerektiğini düşünürüm.
Çünkü, onun yazıda/edebiyatta kurduğu dünya; ülke/insan gerçeğinden beslenerek yansıyan/yansıtılan bir gerçektir. Yazarlık varoluşunun debisi de oradadır, oradan ağıp gelenlerle bir roman dünyası kurar Baykurt.
Kuşkusuz bu, onun yaşadığı zamanın/içinden geçtiği dönemin tanıklığını getirir bize. Kuruluş ve geçiş dönemi diye nitelendirebileceğimiz sürecin en önemli yanı; ülkenin Cumhuriyet’le inşasının getirdiği yeniliklerle birlikte çelişkilerin, uyumsuzlukların, çatışmaların, dönüşümün odağında bir yazarın hem yetişme/oluşmasına hem de bütün bu gerçekliği görmemize kapı aralamasıdır.
Baykurt, bu süreçte bir yandan kendini inşa ederken diğer yandan da yapıtının kuruluşunu hazırlar. Öyle ki; Köy Enstitüleri bu gerçeğin ayrılmaz bir parçasıdır. Yetiştiği koşulları görmede, Anadolu’nun kırsal kesim gerçeğini görmede, kentlileşmeye dönük olgusunu kavramada ona bilinç aşısını taşıyan yerdir enstitü.
Baykurt’un öyküsü Türkiye’nin aydınlanma öyküsünün bir parçasıdır. Onun hem yazınsal hem de siyasal serüvenini bu anlamda iyi okuduğumuz da Anadolu aydınlanmasının geçirdiği süreçleri, bugünün Türkiyesi’nin geldiği durumu daha iyi görürüz. Bu anlamda yazdığı sekiz ciltlik (ki, bunun tamamı on cilttir, ne yazık ki yayın aşamasında kısaltmak zorunda kalmıştır) “Özyaşam” öyküsü yalnızca kendi öyküsü değil, Türkiye’nin aydınlanma öyküsüdür de. Baykurt’un tüm bu yanlarını görmeden edebiyatta kurduğu dünyayı, öykü ve romanlarında anlattıklarını kavramamız mümkün değildir.
Roman birikimine bakarken
Baykurt’un bize bıraktığı 14 romanlık birikim, onun yaşama biçimi/yaşam mücadelesi ekseninde biçimlenmiştir dersek bunu abartı olarak almamalı.
İlk romanı Yılanların Öcü’nden(1958/59) son romanı Eşekli Kütüphaneci’ye (2000) varan bu birikimini, yansıttığı dönemsel gerçeklikler açısından şöyle ayrımlayabiliriz:
- Kırdan Kente Değişimin Tanıklığı
“Irazca Üçlemesi”:
*Yılanların Öcü (1959)
*Irazca’nın Dirliği (1961)
*Kara Ahmet Destanı (1977)
- Toplumsal Dönüşümün Yansıları
*Onuncu Köy (1961)
*Kaplumbağalar (1967)
*Tırpan (1970)
*Eşekli Kütüphaneci (2000)
- Geçiş Döneminin Aynasında/Eleştirel Söylemin Dili
*Amerikan Sargısı (1967)
*Köygöçüren (1973)
*Keklik (1975)
*Yayla (1977)
- Dışgöç Olgusuna Bakış
“Duisburg Üçlemesi”
*Yüksek Fırınlar (1983)
*Koca Ren (1986)
*Yarım Ekmek (1998)
Bu ayrıma/dönemsel tanıklık gerçekliğine baktığımızda; Baykurt’un Cumhuriyet Türkiyesi’nin kuruluş dönemi ve sonrasının seyrinin tarihsel/toplumsal dönüşümünün görünümünü romanlarına yansıttığını gözleriz.
Çıkış noktası kırsal Türkiye’nin sorunlarıyla birlikte; geri kalmışlığında yaşadıkları, insanın toprakla ilişkisi, cehaletle aydınlanma savaşımı, yaşanan yoksunlukların sürüklediği ortamlardaki varoluş/tutunma çabası neredeyse romanlarının odağında yer alır.
Baykurt’un aydınlanmacı kimliği/kişiliği onu romanında da yaşamsal tanıklıklara /sorgulara/aydınlatmalara yöneltmiştir.
Türkiye gerçeğine bakarken olup bitenlerin yaşamsal sorgusunu yapar, yansıttığı her bir durum/olay/dönem gerçekliğinde okurda yeni bilinç aydınlığı yaratır. Bir bakıma da onun bilincinde uyarıcıdır, Baykurt tüm bu gösterdikleriyle.
Ülkenin geçirdiği her siyasal/toplumsal süreç bir anlatıcı olarak onun kaleminin ucunda zaman tanıklığının dili olur. Yani insanı anlatırken toplumu, toplumu anlatırken insanı anlatmaktadır. Ama orada, her iki durumda/gerçeklikte de en başat olan bu sorunlar yumağındaki insanın macerasıdır. Nerededir, nasıldır, ne yapıyordur… Soran, sorgulayan bir bakışla yerel ve geleneksel yaşamın sarmalında debelenen insanın sürüklenişini anlatır. Toprağa bağlılık, orada biçimlenen hayatların doğa-insan çatışması, insan-insan ilişkileri her biçimiyle anlatılarının dokusunu oluşturur.
Sorunlarını dile getirdiği insanların o kapalı dünyadan bir bir çıkıp göçe/sürüklenişe katılmaları, ardından dışgöç serüveniyle buluşmaları Baykurt’un anlatılarının ivmesi olmuştur sürekli. Çünkü kendisi de o sürüklenişlerden pay almıştır.
Bu anlamda Baykurt’un romancılığının/öykücülüğünün bu seyri, onun yazarlığının adım adım gelişme/dönüşme durumlarını da anlatmaktadır bize.
Çünkü o, tanıklık ettiği yaşamların da bir parçasıdır.
Kırsal kesimin, köyün/köylülüğün sorunlarını ele alırken toprağın işlenme biçiminden yapılan tarımın ne olduğuna, toprak insanının duyuş/yaşama biçiminden doğa ile savaşımına, eğitimsizliğinden cehaletine, sağduyusundan mücadele gücüne dair birçok gerçekliği iç içe yansıtır.
Ülkede gerikalmışlığın ve dışa bağımlılığın doğurduğu sonuçları ironik bir dille anlatır romanlarında. Toprak/tarım kesimindeki üretim ilişkilerini gözlemci gerçekçi biçimde (Yılanların Öcü, Irazca’nın Dirliği) anlatırken; köy ve köylülük sorunlarını, köylünün toprakla ilişkisini, eğitim karşısındaki tutumlarını, geleneksel yaşam biçiminin yansılarını (Onuncu Köy, Kaplumbağalar, Tırpan ) etkileyici biçimde yansıtır. Öyle ki, Amerika’nın “soğuk savaş” döneminde Türkiye’ye dönük ilgisinin tarım kesimindeki yansıları, özellikle Demokrat Parti dönemindeki Amerikanlaşma politikalarının bu kesimdeki izleri/etkileri onun romanlarının (özellikle de Amerikan Sargısı, Keklik) konusunu oluşturur. Bu etkiyle başlayan köyden kente göç olgusu (Köygöçüren, Kara Ahmet Destanı); aydın-halk kopukluğu/eleştirisi ( Yayla ) ve dışgöç olgusu, göçe sürüklenen insanların yurtdışında/Almanya’daki trajedileri ( “Duisburg Üçlemesi” ) romanlarının bir başka eksendeki gerçekliğini var eder.
Baykurt’un romancılığında eleştirel gerçekçi tutumu hep ön plandadır. Sorunları yansıtma biçimi, ele aldığı konuyu irdeleme/yansıtma yöntemi onun ironik bakışıyla tümleşir. Öyle ki, orada biçim/bilinç/aydınlanma başat öğedir. Anlatıcı olarak ele aldığı sorunu yansıtırken halkın duyuş/düşünüş/yaşayış özelliklerinden yararlanır. Yeni bir dil kurma çabasında geleneksel anlatıdan beslendiğini gözleriz. Bu açıdan taşıcı bir anlatıcıdır Baykurt. Onun dil zenginliği, sözcük çeşitliliği de oradan gelir.
Bir toplum analisti
Kendi roman gerçeğini var eden zamanın içinde bir anlatıcıdır o. Yersel/zamansal tanıklıktır onunkisi. Bir anlamda kodları bellidir. Kişi/olay/durum belirli bir zamanın, yaşanan yer/mekânın gerçekliğinde biçimlenir. Anlatıcı imgelemini bu gerçeklik duyguları üzerinde kurarak geliştirir. Yer yer izlenimci, yer yer de toplumsalcı bir bakışla sorunlara yönelir; bu da onu eleştirel bir tutum takınmaya yöneltir. Öyle ki; romanın uyarıcılığı, büyük resmi gösterici yanı Baykurt’ta her zaman “ayna” işlevi görmüştür. Romanlarındaki uyarıcı tutum, insanın değişimi, sorunların açmazı ve neden/niçinleri her zaman onun bakışında irdelenerek kıvamında bir tanıklığa dönüşür. Bu yanıyla da okur/un/u bellek yolculuklarına çıkardığı gibi, sorunlar karşısında tutum almaya yöneltir.
Baykurt, toplumu yaşayan canlı bir hücreye, insanı bunu harekete geçiren töze, anlatıcının bilincini de akkora benzetir.
Öyle ki; yansıttığı o “geri”/ “yoğun”, “umutlu”/ “kaygılı”, “yoksul”, “öfkeli”, “bilisiz” dünyaların insanlarını kırda/kentte ve dışgöçteki serüvenlerinde anlatırken; bir yanda doğayla savaşımını, ötede sistemin/politik erkin uygulamalarıyla çatışmasını yansıtarak değişimin neden gerekli/zorunlu olduğunu gösterir. O kaçınılmaz sürüklenişte gerçeğini yansıttığı “insan”daki, insanın ruhundaki çelişkileri/çatışkıları vermekten de alıkoymaz kendini Baykurt.
O, bize, trajik olanla traji-komik olanı bir arada sunar. Yani, bir bakıma, dirimle ölümü, çelişkiyle çatışmayı, iyiyle kötüyü, değişenle değişmeyeni iç içe yansıtır.
Burada, Flannery O’Conner’un şu sözünü hatırlamakta yarar var: “İşe yarar bütün komik romanlar yaşama ve ölüme ait olmalıdır.”
Kuşkusuz, Baykurt’ un romanlarında benzersiz bir ironi vardır. Evet, “komik” değildir, ama yaşama ve ölüme aittir anlattığı her şey. Yiteni ve çözüleni, direneni ve yeni kurulanı anlatır. Bugünün Türkiyesi’nin vardığı yerin kılcal damarlarıdır onun roman gerçeğinde var olan konular/izlekler.
Kesintiye uğrayan aydınlanmanın, çarpık üretim ilişkilerinin, kırda/kentte insanın nereye/nasıl sürüklendiğinin öyküsünü okuruz ondan.
Toprakla ilişkisi bir türlü düzen tutmayan köylü, karanlığı aydınlatma savaşımına kendini adayan Cumhuriyet aydını/eğitimcisi, geriliğin /cehaletin tutsağı insanın dramı, siyasal erkin uygulamaları onun roman dünyasında kendine yer bulur. Baykurt, orada, salt yansıtan/gösteren, tanıklık eden değil; uyaran, eleştiren, değişmesi gerekenleri işaret edendir.
Roman yazmak, dışavurumdur!
Kendi roman çalışmasından söz ederken şunun altını çizer:
“Çünkü daha çok bir dışavurumdur, her eylemden buna yakındır roman; ama yalın değil, bileşik. Karmaşık, hatta karışık. Kişinin, yaşamı algılaması, daha yerinde bir sözcükle, özümlemesi gerek önce. Bilincini, bilinçaltını doldurması gerek. Buradaki ‘yaşam’ sözcüğünü sesli okuyalım; tekil değil, çoğuldur, yılların birikimini kapsar. Hem de yalnızca akıp gitmişi değil, akmakta olanı… İnsan öyle dolar ki, biraz resimsel düşünüyorum burda, bastıkça oynayan bir toprak gibidir, altı sudur bıngıldar durur. Bir yeraltı gölü. Romancı tulumbanın sapına yapışıp pompalayınca, yeraltının pırıl pırıl, şırıl şırıl, gümüş suları fışkırır, dışavurur. (…)
Şöyle toplanabilir sanırım: Roman akan, bilinçten geçirip dışavurma işidir. Hem bireysel, hem toplumsal boyutları olan bir yazın türü, bir imbiklemedir. Pembe beyaz yapraklardan gülsuyu, gülyağı çıkarmak gibidir. Kara zeytinden o sarı yağı çıkarmak gibidir. Bilinçten, bilinçaltından geçirme dedim, buradaki ‘geçirme’ sözüne de önem veriyorum, bu olmasa roman olmaz. Onu için derler ki, yargılama tutanakları roman değildir. (…)
Niçin bilinç, bilinçaltı sözlerini sık kullanıyorum? Ne tümden bilinçaltı fışkırması, ne yalnız bilinçli bir çabadır roman. Belki bilinçaltı’nın payı büyük. Çünkü romancı oraya çok şey atan, iten insan bence. Oradan pompalıyor, ama bilinçten geçiriyor. Çocuklukta, ilk gençlik yıllarında bilinçsiz, ya da bilinç düzeyi düşüktür sanatsal dışavurumların. Ama ondan sonrası bilinçlidir artık.” (*)
Evet, o bilinç aydınlığında yazan biridir Baykurt. Romanını o düşünce imbiğinden geçirdikten sonra dışavurumla yazabildiğinden söz ederken de şunun altını çizer özellikle:
“Dikkat ettiğim noktalar vardır: Kişi adı, yer adı, romanın adı; hepsi inceden inceye düşünülmüş olmalı derim hiçbir sorunun çözümünü rastlantıya, gelişigüzelliğe bırakmak istemem. Bir romanım öbürüne benzemesin isterim. O yüzden kılı kırk yararım. Her ayrıntı çağrışımla, her çözüm konuşup görüşmeyle gelmez. Aylar süren okumalar gerekir. Köygöçüren için uzun uzun Orta Anadolu’nun iklimi, yeraltı suları, sondajcılık, sulu tarım, kuru tarım konularını inceledim. Pek çok rapor okudum, Amerikan Sargısı için, Kaplumbağalar için üst üste geziler yaptım. Yayla için Tarih Kurumu’na, müzelere gidip geldim, arkeoloji çalıştım. Hastanelerde gözlem yaptım. Dağlarda, yaylalarda yaşadım. Uzaycılık üstüne kitaplar okudum. Bunlarsız olabileceğini sanmıyorum.” (**)
Görüleceği üzre, romanın tözsel bir yapı olduğunu, bunun da kurulabilmesi için adeta bir bilim insanı gibi çalışmak gerektiğini imler.
Onun romancılığını günümüze taşıyan töz hem bu çalışma biçimi/yöntemidir, hem de roman dünyasına yansıyan tanıklığının birikimidir.
Türkiye’nin tarihsel toplumsal dönüşümünün seyrini anlatılarına yansıtan Baykurt, aynı zamanda yerel/bölgesel edebiyatın kurulmasını sağlayan bir öncüdür. İçinden çıkıp geldiği hayat, Köy Enstitüsü’nde okumanın getirdiği bilinç/bakış onun yazarlık yolunu biçimlemiştir. Sorunlarını dile getirdiği insanlarla birlikte göçe katılıp Almanya’ya gitmesi, orada onların arasında yaşayarak gözlemlerini bu süreçteki yapıtlarına yansıtması anlatı dünyasına başka bir boyut kazandırmıştır.
Baykurt, göçü/göçmenliği, yerinden yurdundan olmayı, farklı kültür ortamında tutunarak ayakta kalmayı, gelişmiş Batı toplumundaki Doğu insanının uyumu/uyumsuzluğunu, yaşadığı çelişki, çatışkıları gerçekçi biçimde öykü ve romanlarına konu edinir bu süreçte.
___________
(*) Benli Yazılar, Fakir Baykurt, ss. 183-184, 1998, Papirüs Yay., 290 s.
(**) age., ss. 188-189
Feridun Andaç – edebiyathaber.net (11 Şubat 2020)