Nebahat Hanım umutlu bir kadındı. Yaşadığı onca zorluğa rağmen hayatın ona bir gün güleceğine inanırdı. Hiç unutamayacağı o gün bile metanetini korumaya çalışıyordu; fakat bu seferki öncekilere kıyasla bir hayli zor olmuştu.
Iskartaya çıkmış oyuncak ata küçük kızı Ayşe’yle bakakaldıklarında aklından birçok şey geçiyordu: Gerçekleşmemiş hayalleri, maddi manevi sıkıntılar, yaşama telaşı… İnşaat işçisi kocasını bir şantiye kazasında kaybedip küçük yavrusuyla yapayalnız kaldığından beri bu düşünceler sürekli kurcalardı aklını; ama o hep bir çıkar yol bulurdu. Uzun zamandır ilk kez bu kadar çaresizdi içinde kopan fırtınaların karşısında.
Halbuki o gün, her zamanki gibi başlamıştı. Bir atlı karınca gibi, aynı döngü içinde sürüp giden hayatlarının rutin sabahlarından biriydi. Nebahat Hanım güneşin doğuşuyla uyanmış, yataktan kalkmadan şükretmiş, mütevazı bir kahvaltı sofrası hazırlayıp küçük Ayşesini öperek uyandırmıştı. Bir zengin evine gündelikçi olarak gidiyordu Nebahat Hanım. Kızı da onunla gelirdi. Pek haşarılığı yoktu, sessiz bir çocuktu.
Çalıştığı evin hanımının da Ayşe yaşlarında, neredeyse okul çağına gelmiş bir kızı vardı: Ezgi. Kültürleri, maddi durumları, statüleri farklı da olsa beraber oynayabilirdi iki çocuk. Adı üstünde; çocuktu onlar. Hayatın acımasız gerçeklerinden henüz bihaberdiler. O gün Ezgi, annesiyle beraber kent merkezinde kurulmuş bir panayıra gidecekti. Orada neler olduğunu ballandıra ballandıra Ayşe’ye anlatıyor, hayalgücünün tüm sınırlarını zorluyordu.
“Büsbüyük bi’ yermiş. Kocaman peluş ayılar varmış, pespembe pamuk şekerler yedikçe daha da artıyormuş; böyle hiç bitmiyormuş. En önemlisi de atlar varmış. Uçan atlar.”
Ezgi’nin bu sözlerinin karşısında Ayşe büyülenmiş gözlerle ona bakıyor; hepsini tek tek zihninde canlandırıyordu. En çok da uçan atlar çekmişti ilgisini, onlardan bir tekini bile görebilmek için tüm oyuncaklarını verebilirdi, hatta en sevdiği bez bebeğini bile.
Pencerenin yanına oturdu Ayşe. Gökyüzünün sonsuz maviliğine dalıp gitmişti. Bulutların arasından büyük bir ışık süzmesi yayılıyordu, gözleri kamaştı; ama bakmaktan vazgeçmedi. Ardından büyük, parıltılı bir boynuz göründü, göğü yarıp gelen bu mucize varlık, kocaman, heybetli bir attı. Uçan at. Tıpkı Ezgi’nin bahsettiği gibi. Hatta daha bile mucizevi. Uçan at, devasa kanatlarıyla süzülerek pencereye doğru yaklaşırken bir sesle aniden kayboldu. “Kızım, ne o öyle, dalmışsın. Hadi, kalk, eve gidiyoruz.” Ses Nebahat Hanım’a aitti, Ayşe bir şey demedi, annesinin elinden tutup ayağa kalktı.
Eve dönerlerken yol boyu bu sihirli yerden bahsetti annesine. Gitmek için ısrar ediyordu,tüm bunları anlatırken gözlerinin içi gülüyor, etrafa müthiş bir parlaklık saçıyordu. Nebahat Hanım kızının heyecanıyla kendi çocukluğuna döndü.
Çocukken köye panayır gelirdi bazen. Ama o hiç gidemezdi. Babası bu etkinlikleri “gavur icadı” olarak görürdü. Serseri gençlerin oralara gittiğini söyler durur, katiyen izin vermezdi. Gerçi izin verse ne değişecekti ki? Pahalıydı bu tür şeyler. Nebahat Hanım gibilere yalnızca hayal kurmak serbestti, o da bir yere kadar…
Sahiden, parayı denkleştirebilir miydi? Birikmişten harcasa? Laf… Sanki birikmişi vardı. Haftalığını da daha almamıştı. Neredeyse akşam olmuştu. Nebahat Hanım kara kara düşünmeyi bırakıp tuttu elinden Ayşe’nin, panayırı tepeden gören bir düzlüğe götürdü. Aşağıda neler olduğunu hayalle karışık kızına anlatıyor, onu biraz olsun neşelendirmek istiyordu. Hem yoldan pamuk şeker de almışlardı. Boyuna hayaller kurup birbirlerine anlattılar güneş batıncaya kadar.
Gün batımından sonra bir umut, şansını denemek istedi Nebahat Hanım. Küçük Ayşesiyle yavaş yavaş indiler panayır alanına uzanan toprak yoldan. Kocaman bir giriş kapısı vardı panayırın, üzerinde büyük, renkli harflerle “Hoş Geldiniz!” yazıyordu. Sağa sola baktılar, kimsecikler kalmamıştı. Tedirgindiler yine de, ya biri ters bir söz söyleseydi? Ne olacak, uygun bir dille açıklardı durumu Nebahat Hanım. Hem panayır kapanmış gibiydi, bilet gişesi bile boştu.
O sırada siyah bir otomobil yanaştı kapıya. Yabancı değildi bu araç, gündeliğe gittikleri evin hanımının özel arabasıydı. Nebahat Hanım aniden telaşa kapıldı, küçük düşmekten korkuyordu, hanımı onları burada görmemeliydi. Hemen kızıyla beraber bilet gişesinin arkasına gizlendi. Kısa bir bekleyişin ardından evin hanımı, kızı Ezgi’yle beraber çıktı panayırdan, arabaya binip gittiler. Nebahat Hanım derin bir nefes aldı, kalp atışlarının düzene girmesini bekledi.
Hiçbir engel kalmamış gibiydi, temkinli bir şekilde kapıyı geçtiler, içeridelerdi. Ama saat geç olmuştu artık, kimse kalmamıştı. Standlar kapanıyor, oyun aletleri yerlerinden sökülüyordu. Olsun, yine de girebilmişlerdi. Ayşe’nin aklında yalnızca uçan atlar vardı artık, sadece onları görse, bu bile mutlu etmeye yetecekti onu. Tek kelime etmeden tam tur dolaştılar ıssız panayırı. Yüzlerindeki heyecanın yerini yavaş yavaş donuk bir ifade alıyordu.
Tam o sırada Ayşe’nin gözüne ıskartaya çıkmış o at takıldı. Heyecanla koştu Ayşe. Tam karşısında, çaresizce duruyordu oyuncak at; sanki hüzünlüydü, bu halde olmayı hak etmiyor gibiydi. Bir süre hiçbir şey denmedi. Ne Ayşe tek söz etti ne de Nebahat Hanım. Uzun uzun baktılar. Ayşe biraz uzağında duruyordu atın, Nebahat Hanım da onun hemen arkasında. Yaklaşamadı Ayşe. Hayallerini süsleyen kahramanı bu halde görmek derinden yaralamıştı minicik yüreğini. Ezgi’nin bahsettiği at bu olamazdı.
Aniden “Uç!” diye bağırdı Ayşe. Nebahat Hanım bu basit kelimeyle yıkılmıştı adeta, hayata karşı bugüne kadar beslediği kızgınlıkları bir anda açığa çıkabilirdi; ama yapamadı, kızı için ayakta kalması şarttı. Ayşe bağırdıkça sesi titriyor; o basit kelime hıçkırıklar arasında boğuluyordu. Nebahat Hanım yavaş adımlarla kızının yanına geldi, eğilip sarıldı ona. Ve beraber bağırdılar: “Uç! Uç! Uç!”
Egemen Büyüktanır – edebiyathaber.net (6 Kasım 2015)