Bir çırpıda geçivermişti koca yaz, ufka yaslanan tembel güneş yerini sonbaharın kıpkırmızı bir atımlık günbatımlarına bırakmıştı. Neyse ki henüz yağışlar başlamamıştı da panayır alanı hâlâ nefes alabiliyordu. Hatta şaşırtıcı bir şekilde bu hafta sonu olağandışı bir yoğunluk vardı. Komşu kasabalardan gelen ziyaretçiler, dönme dolabından balerinine, çarpışan otolardan ahtapota kadar tüm oyuncaklara mevkilenmişler, başkası kapacakmışcasına bir an dahi boş bırakmamışlardı. Pamuk şekerci bile, sonu gelmeyen kuyruğu tüketebilmek için palyaçolardan yardım istemek zorunda kalmıştı. Müzikler, cıngıllar, anonslar, çığlıklar, kahkahalar arasından atlıkarıncanın o zarif valsi sıyrıldı. Hevesini almış kalabalık evlerinin yolunu tutmaya başlarken, bayramlık elbisesiyle küçük bir kız bir anda atlıkarıncanın yanında belirdi. Peşisıra annesiyle babası yetiştiler, belli ki küçüğün hızına yetişememiş, bu kalabalıkta biricik kızlarını kaybetme korkusuna soluk soluğa kalmayı yeğlemişlerdi. Küçükse çoktan atlıkarıncanın valsine kendini bırakmış halde bir an duraksadı, pür dikkat atları gözden geçirdi.
Onu ilk gördüğü günü anımsadı. Annesinden izinsiz, daha da beteri habersiz mahallenin çocuklarının peşine takılıvermişti. Karnaval mı panayır mı ne haltsa günlerdir bütün çocukların dilinden düşmeyen bu eğlence yerini öyle çok merak etmişti ki, sonunda dayanamamış; anacığının aç aç sokağa çıkmasın diye eline tutuşturduğu ekmeği kemire kemire o meşhur panayıra varmıştı. Sakin günlerinden birini yaşıyordu panayır, belki de öğle saatlerinin etkisiydi. Panayırın içine doğru ilerledikçe adımları yavaşlamış, gözleri heyecandan kocaman açılmıştı. Çocuklar çoktan dört bir yana dağılmışlardı. Oysa tedariksiz geldiği için panayır denen makineyi sadece izlemekle yetiniyordu. Kafasını kaldırmış gözlerini yakan güneşe rağmen uzunca bir süre dönmedolabın en tepesini görebilmek için çabaladı. Sulanmış gözlerini silerken kulağına çalınan müziğin nereden geldiğini bulabilmek için çevresine buğulu buğulu baktı. Dans eden çiftleri andıran bir müzik sesinin geldiği çadıra doğru seğirtmişken, rüzgâr bir oyun yaptı ve çadır bezleri aralanıverdi. İşte o zaman gördüğü güzellik karşısında kalakaldı. Orada çadırın arkasında simsiyah bir at vardı ve ön taraftaki gösteriyi kaçırmışcasına hayıflanıyordu. Uzunca bir süre izledi bu güzelim oyuncağı. Gururla içeri çektiği çenesini, derin derin bakan gözlerini, zarafet içindeki yele ve kuyruğunu gözlerini kırpmadan izledi. Sanki gökyüzündeki güneş gibi parıldıyordu. Müzik ahenkle devam ediyordu, aklında bir soru belirdi. Sahnenin arkasındaki at bu kadar güzelse kim bilir ön tarafta ne harikalar vardı. Koşarak çadırın ön tarafına geçmesiyle yüzünün düşmesi bir oldu. Sadece atlar vardı, dans eden sıradan atlar, kimi beyaz, kimi siyah, kimi kahverengiydi. Hepsinin yüzlerinde o sahte gülümseme müziğin ritmiyle hoplaya zıplaya dönüp duruyorlardı. Neredeydi asalet, neredeydi parıltı, sütçü beygiri bile bu atlardan daha albeniliydi. Anlayamamıştı, o güzelim duygusal oyuncağın arka tarafta durmasının nedenini. Bütün bu tek tip atların en önünde dönmesi daha doğru değil miydi? Acaba biricik olduğu ve herkes ona binmek istediği için mi saklamışlardı o güzelim atı?
Bu asık suratlı şirin pespaye kıyafetli kız, atlıkarıncayı çalıştıran Osman’ın gözünden kaçmamıştı. Kıyafetlerine bakıp parası olmadığı için binemediğinden üzüldüğünü düşündü. Zaten hep öyle olmuyor muydu? Bu panayırla az mı kasaba gezmişti. Şimdiye dek atlıkarıncanın mutlu edemediği hiçbir çocuğa ve hatta hatta hiçbir yetişkine rastlamamıştı. Ha tabii ki gel zaman git zaman imrenen gözlerle karşısında durup yokluktan dolayı sadece izlemekle yetinenler olurdu. Onlara da yüreği el vermez, boş at kalırsa patronlara çaktırmadan yer verirdi. Atlıkarıncanın insanları mutlu edişini izlemek onun en büyük çoşkusuydu. Bu koca dünyada birini mutlu edebilmenin ne kadar önemli olduğunu zor yollardan öğrenmişti. Tur bitip de yeni müşteriler toplanmaya başlamışken, küçük kızın atlıkarınca etrafında dolanıp atları incelediğini fark etti. Yanından geçerken “Hangisine binmek istersen haydi durma!” dedi. Kız durup omuzlarını silkti. “Hiçbirine,” dedi dudak bükerek. Osman hayal kırıklığına uğramıştı. Atlıkarıncanın nihayetlenen mutlulukla ilgili düşünceleri yerle bir olmuştu. Bir atlara bir kıza baktı. “Neden dolanıyorsun öyleyse saatlerdir?” deyiverdi. “Bu atlar çok sahte, ben hepsini onun gibi sanmıştım. Neden farklılar anlamaya çalışıyorum.” Osman meraklanmıştı, kafasını kaşıdı: “Hangisi gibi sanmıştın. Bildiğin atlıkarınca atı işte bunlar,” dedi. Çadırın arkasını işaret ederek “Arkadaki öyle güzel ki, neden sakladığınızı anlamıyorum. Herkes ona binmek ister, diye mi,” dedi. Atları teker teker göz ucuyla süzmeye devam ediyordu. Kafası karışmıştı. Osman bir anda kahkahayı patlattı. Geçen yangından yarı sağlam kurtulan oyuncağın beğeni göreceği hiç aklına gelmezdi. Hoş Osman için de o atın farklı bir bakışı vardı. Onu atmalarına izin vermemesi, patronun itirazlarına rağmen panayırla beraber gezdirmesi de sırf bu yüzdendi. Osman dalıp gitmişti. Uykusundan alevler içinde uyandığı o geceyi düşünüyordu. Koşarak panayıra gelmiş yanan çadırlar arasında atlıkarıncada tüten siyaha çalmış ata bakakalmıştı. Ta ki çevresindekilerin telaşla onu da yangın söndürme çalışmalarına dahil etmelerine dek. Kız dayanamayıp, Osman’ın ceketini çekiştirdi, sorusuna bir yanıt bekliyordu. “Panayırın son günü,” dedi. “Panayırın son günü hazır olacak,” dedi. Kızın yüzü parıldadı. “Söz mü,” diye sordu. Osman “Senin için hazırlayacağım onu söz,” dedi.
O sabırsızlıkla beklediği gün gelmişti. Tüm yaz boyu annesine çaktırmadan panayıra gelip atlıkarıncanın arka tarafındaki yalnız atın başında sabırla beklemişti. Osman atın yanında durmasına izin vermişti ama onu kıpırdatmamasını tembihlemişti. Atın çite yaslı sabit durması oyunlar oynamalarını, masallar anlatmasını engellemiyordu. Her akşam panayır toplanırken Osman’a yarın binebilecek miyim, diye sormuştu. Osman panayırın son günü, demişti sabırla. Panayırın son günü ne zaman sorusuna ise yakında, yanıtını almıştı.
Her akşam kız gittikten, panayırın ışıkları söndükten sonra çadırın arkasında bir ışık belirirdi. Osman atı çitin yanından aldığında ışıkta atın yanmış yarısı göründü. Küçük kıza söz verdiği günden beri düzeltmeye çalışıyordu. Atın yüzüne o güzel ifadeyi biraz da bu yanmışlık mı veriyordu yoksa? Her gece bunu düşündü atı yeniden boyarken, “güzel ve çirkin” hayatın her alanında olduğu gibi yan yanaydı. Son kez fırçasını sürdü ve atı ön tarafa götürdü. Sıradan atlardan birini söküp yerine is siyahı atı yerleştirdi.
Atlıkarınca böyle bir kalabalık görmemişti. Siyah atı gören herkes atlıkarıncaya yönelmişti. Her şey bir kenara küçük kızın panayırın başından koşarak gelişini hiç unutmayacaktı. Bembeyaz bayramlık elbisesiyle ağzı kulaklarında atlıkarıncaya doğru rüzgâr gibi koşuyor, gözleri siyah attan başka bir şey görmüyordu. Osman, siyah ata binmek üzere olan çocuğu başka bir ata bindirdiğinde ağlamaklı olan çocuk Osman’ın verdiği şekere fit oldu. Küçük kız arkasından seslenen anne ve babasına aldırmaksızın Osman’a kocaman gülerek siyah atına bindi. Küçük kızla siyah atın beklenen valsi işte şimdi başlıyordu.
Ahsen Serkan Usta – edebiyathaber.net (18 Aralık 2015)