Sophie, Seine Nehri’nin neminin havaya karıştığı soğuk bir akşamüstü, babasıyla buluşmak üzere St Germain Bulvarı üzerindeki tipik Fransız kafelerinden birine gelmişti. Burası aynı zamanda, Paris’in her yanına serpiştirilmiş sayısız kafe ve restorana fark atan bir üne sahipti. Kapısından sıcak salonuna adım attığınız ilk anda; köşeli bir kolonun iki yanında, tavana çok yakın yüksek bir noktada oturan ve salonu hâkimiyetleri altına alan iki Uzakdoğulu heykeli göze çarpardı. Bu ikisi belki birer büyücü, simyacı; belki de eski zamanlardan günümüze uğramış filozoflardı. Biri diğerinin yanı başında oturmasına rağmen, birbirlerinin görüş alanına girmiyor; bilge edalarıyla, kahvelerini yudumlamakta olan insanları gözlemliyorlardı. Süslü avizelerin altındaki bu salon, tarih kokan meşe rengi masalarıyla zamanında kimleri konuk etmemişti ki: Sartre, Camus, Picasso ve daha niceleri… Şimdi ağırbaşlı bir sükûnetle müşterilerini ağırlayan bu mekânda, ne beyin fırtınaları esmiş, sayısız ilham perileri uçuşmuştu. Yüzyıllardan beri de bu iki çekik gözlü adam, koruyucu birer melek misali buradan gelip geçen herkese ve her şeye tanıklık etmişlerdi.
Sophie de, genelde tek başına kalmak istediği zamanlarda bu kafeye gelir; bazen okuyarak, bazen de bu atmosferin ona verdiği ilhamla, çantasından eksik etmediği küçük not defterine aklına o anda geliveren imge yüklü sözleri yazıp, sonra da bunları dizelere dönüştürmeye çalışarak burada saatlerini geçirirdi. Öyle zamanlarda dışarıyla bütün irtibatını keser, bu dört duvarın çevrelediği büyülü yer, onun yegâne dünyası oluverirdi.
Sıradan ve kendi başına kalmak istediği bir günde, hele de böylesine buz kesen bir havada, hiçbir kuvvet onu bu ilham verici salonun dışarısında dizili masalardan birine oturmaya ikna edemezdi. Ancak; o gün yalnız başına zaman geçireceği, sıradan bir gün olmaktan çok uzaktı. Bu sefer, yıllar sonra ilk defa görüp tanışacağı babasıyla buluşmak üzere gelmişti buraya. Onu, bir yabancıyı bekler gibi, hem heyecanla, hem de tuhaf bir huzursuzlukla bekliyordu. İlk karşılaşacakları anı kafasında günlerdir kurguluyor, her seferinde farklı bir senaryonun içinde buluyordu kendini.
Bu defa kafasının içindeki onca gürültüyle içeri girmek yerine, askeri bir nizamla dış kısma dizilmiş olan minicik masalardan birine geçti. Açık havadaki bu masalarda oturan insanlar, sokak sahnesinde sergilenmekte olan hayali bir tiyatro oyununu izler gibi yan yana oturur; birbirlerinin yüzüne değil, karşıya doğru bakarlardı. Sandalyeler öylesine sık düzende yerleştirilmişlerdi ki, bu masalardan birine oturduğunuzda, bir dirseğiniz orada buluşmuş olduğunuz muhatabınıza değerken, diğerinin de yan masada oturan yabancıyla temas halinde olması son derece muhtemeldi. Buna rağmen hiç kimse komşu masalarda konuşulanları merak etmez, kulak misafir olmaya kalkmazdı.
Babasıyla birbirlerine değil de, caddeye doğru bakmalarına imkân verecek olan bu masalardan birine oturmakla doğru bir karar verdiğini düşündü Sophie. Böylece muhtemel sessizlik anlarının getireceği rahatsızlıktan kurtulacaktı.
Her daim telaşlı adımlarıyla önünden geçip giden insanlara bakarken bunları düşünüyordu. Aceleci bir garsonun beyaz porselen bir fincanı masasına bırakmasıyla birlikte, düşüncelerinden sıyrılıp, keskin soğuğu tekrar iliklerinde hissetti. Fincandaki sıcak çikolatadan yükselen buğunun taşıdığı tatlı kokuyu burnuna çektiği sırada, karşıdan oturduğu masaya doğru yürüyen saçları kırlaşmış adamın gözlerinin kendininkilere ne kadar benzediğini fark etti.
“Merhaba Sophie” dedi, tedirgin olmakla birlikte aradığı kişiyi bulmuş olmanın eminliğiyle yanına oturarak. “Annene ne kadar da çok benzemişsin. ”
Bir zamanlar İstanbul’da bir turizm acentesinin ortağı olduğunu bildiği bu adamın akıcı İngilizcesi Sophie’yi yine de şaşırtmıştı. Karşısındaki, ne de olsa doğuda yetişmiş biriydi. Sophie’nin İngilizcesine ise ağır bir Fransız aksanı hâkimdi. Fransızca konuşuyor olsalar, “sen” mi yoksa “siz” mi diye hitap edeceğini bilemeyeceği bu adamla, bu konuda ikileme düşmeden İngilizce iletişim kuracak olmaları onu rahatlatmıştı.
Aslında kanından geldiği bu adamla aynı dilde anlaşamıyor olmak bir an için tuhaf geldi ona; sanki onun yüzünü ilk defa görüyor olması normalmiş gibi. Bu yabancı yüzde, tanıdık bir şeyler bulmak için onu dikkatle inceledi. Kalın camlı gözlüklerin ardındaki küçük, hafif çekik gözlerine bakmak, aynada kendi gözlerine bakmak gibiydi. Alnındaki üç çizgi ve kırlaşmış saçlarına rağmen, bu yakışıklı adam aslında yaşını hiç göstermiyordu.
Normal şartlarda babasının bir fotoğrafını dahi görmemiş olmasının oldukça garip bir durum olduğu söylenebilirdi. Normal şartlarda… Oysa hakkında pek az şey bildiği bu adamla annesinin yaşadığı hikâyedeki şartların hiç de normal olmadığını, annesinin ona üstünkörü anlattıklarından anlayabiliyordu.
Christine, Sophie’den daha gençmiş bir tur esnasında Paris’e gelen Faruk’la tanıştıklarında. O güne kadar Paris’in dışına bile çıkmamış olan annesi, aşkının peşinden Türkiye’ye kadar gitmiş. Doğuya doğru giden bir geminin güvertesinde batıya koşan insanların memleketiymiş burası; o güne kadar Türkiye hakkında duyduğu yegâne şey buymuş. İstanbul’da evlenmişler. Ne dillerine, ne kültürlerine aşina olduğu insanların arasında geçirdiği 4 yılda Christine, o güne kadar bildiği, gördüğü hayatlardan çok farklılarına tanık olmuş. Belki zaman zaman tatlı, ama daha çok acı anılar biriktirdiği 4 yılın sonunda, Sophie henüz 2 yaşındayken, onu da alıp arkasına bile bakmadan Paris’e geri dönmüş.
Sophie bir şeylerin farkına varmaya başladığı yaşlarda, babasıyla ilgili çok fazla soru sormuştu annesine. Bütün çocuklar babalarından bahsederken, onun hayatında böyle bir figür yoktu; sanki hiç yaşamamıştı. Sophie’nin aklının ermeye başladığı ilk gençlik yıllarındaysa, Christine hikâyeyi en azından genel hatlarıyla kızına anlatmaya karar vermişti. Annesinin son derece ketum bir şekilde anlattıklarından çıkarabildiği kadarıyla, birlikte yaşadıkları dönemde Faruk’un büyük bir alkol ve kumar problemi vardı. Christine hiç tanımadığı bir memlekette kocasından ne tür eziyetler görmüştü ki, olaylı bir boşanmayla İstanbul’dan adeta kaçmış, Fransa’da mahkeme kararıyla Faruk’un, 18 yaşına gelene kadar kızını görmesini yasaklatmıştı. Yine de Sophie’nin Türkiye’de geçen yıllarına dair pek çok sorusu cevapsız kalmıştı. Christine’in bir daha yüzünü bile görmeye yeltenmediği eski kocasının boşanmaları sonrasında hayatına ne şekilde devam ettiği ise tam bir muammaydı.
Sorularına cevap aramaktan vazgeçtiği 20’li yaşlarının başında, Sophie aldığı şaşırtıcı bir e-postayla babasıyla ilgili o güne kadar hiç bilmediği yeni şeyler öğrendi. Oldukça uzun olan bu İngilizce mesaj, o güne kadar varlığından bile habersiz olduğu kız kardeşinden geliyordu. Son derece akıllı bir elden çıktığı belli olan uzun satırların arasında, adının Ece olduğunu öğrendiği bu genç kızın oldukça yoğun bir araştırma sonucunda ona ulaşabildiği, 2 ay sonra kısa bir seyahat için Paris’e geleceği ve çok merak ettiği ablasıyla tanışmak istediği yazıyordu.
Sophie Ece’yle, birkaç ay önce yine St Germain’de bir kafede buluştuğunda da tıpkı şimdi olduğu gibi tedirgindi. Ancak; karşısında gördüğü 16 yaşındaki bu cevval ve zeki kız, aynı zamanda o kadar sıcakkanlıydı ki, birkaç dakika içinde kendilerini derin bir sohbetin içinde bulmuşlardı.
Babasının sahip olduğu acentenin birkaç yıl önce iflas ettiğini, borç içinde yüzdüğü bir dönemde Ece’nin annesiyle olan ikinci evliliğini de bitirmek zorunda kaldığını, tüm varlığını kaybedip, karşılıksız çek davasıyla kısa bir süre hapis yattığını o gün bu sohbet esnasında öğrendi. Ece liseye gittiği İzmir’de annesiyle yaşıyor, Faruk ise Ankara’da kendi annesinin yanında yeniden bir hayat kurmaya çalışıyordu. İlk evliliğinin aksine, ikinci evliliğinde kimse birbirine kin tutmamış; Faruk boşandığı karısı ve Ece’yle sık sık görüşebilmişti.
Sophie ve Ece’nin kanları birbirlerine çok kaynamış, ilk fırsatta tekrar görüşmek üzere sözleşmişlerdi. Bu buluşma sonrasındaysa Sophie, babasıyla irtibata geçmeye karar vermişti. Sadece Faruk’u değil, ona dair her şeyi, onun ailesini ve yaşadığı yeri tanımak için müthiş bir istek duyuyordu. Onun için bu hem annesinin hiç bilmediği ilk gençlik yıllarına bir yolculuk, hem de kendi kökenlerine dair daha fazlasını öğrenmek demekti. Fransa’da büyümüş olmasına rağmen, karakterinde, hayata bakışında buraya ait olmayan bir şeyler vardı ve bunun kaynağı, Türk olan yanını keşfetmek için müthiş bir merak duyuyordu.
Kızından aldığı telefondan sonraki birkaç ay içinde Faruk bu seyahati organize edebilmişti ve ilk karşılaşma için bu kafede randevulaşmışlardı. O anda karşısında oturan bu adam, Sophie için hem çok tanıdık; hem de çok yabancıydı. Şimdi o kader ortaklığının bir ucundan tutarak boşlukları doldurmak, uzaklığı kırmak adına mesafeler kat etmek gerekiyordu. Sophie karşısında oturan babasına ve onun yüzüne çok yakıştırdığı içten gülümsemesine bakarken, ilk defa aralarındaki tüm engellerin kalktığını ve artık her ikisinin de buna gücü olduğunu hissetti…
İrem Üreten – edebiyathaber.net (8 Şubat 2016)