Hastaneden çıkalı nerdeyse bir saat olmuştu. Eve gitmek istemiyordu. Hem güneşin batmasına daha vardı. Karnı da pek aç değildi. Arabasını evinin önüne park edip, yürümeye başladı. Kırmızı ışıkta dönmek için bekleyen, sıkışıp kalmış birkaç aracın arasından sıyrılıp yolun karşı tarafına geçti. Hızlı adımlarla yürüdüğünde Kuğulu Park’a birkaç dakika içinde ulaşabiliyordu. Büfenin önünden geçerken bir paket Camel aldı. Üniversite yıllarında yazları Kemaliye’ye gittiğinde bin takla atarak bulduğu sigaraları, ahşap evlerinin çatı katına çıkıp, babasından gizli gizli içerdi. Sadece babasından mı?… Hacettepe Tıp Fakültesini kazanmış da olsa, imamın oğlu hiç sigara içer miydi? Gergin bir gülümsemeyle paketi elinde bir kez çevirdi. Artık özgür olduğunu kendine kanıtlamak istercesine, tadını çıkara çıkara parçaladığı paketin içinden bir sigara aldı. Ceplerini karıştırdı. Yine olmuştu işte. Elleri titriyor, kalbi sıkışmaya başlıyordu sanki. Çakmağını bu sefer de bulamayacaktı. Çantasının ön gözündeki kibriti çıkardı el yordamıyla. Sigarasını yakıp başını kaldırır kaldırmaz, kaygıyla gözlerini bankların üzerinde gezdirdi. Babasını ya da karısını soracak bir tanıdıkla karşılaşıp akşamın geri kalanını rezil etmek istemiyordu. Aşina bir yüz görmeyince, güvende olduğunu hissedip sakin adımlarla banklara yöneldi. Sadece üç ameliyat yapmıştı o gün, yine de çok yorulmuştu nedense. Bu gergin günün sonunda onu rahatlatabilecek tek bir şey vardı. Çantasının içinden Canon AE-1’ini çıkardı.
Mavi karanlık ağır ağır bastırıyor; kuğuları, yüzdükleri su birikintisini, suyun üzerinde usulca belirmeye başlayan yansımaları görünür kılıyordu. Dikkatlice gözlemeye koyuldu. Ağaçların arasında akşam yorgunluğuyla süzülen birkaç insana ya da banklarda köpekleriyle, çocuklarıyla oturan çiftlere yöneltiyordu objektifini. Dijital makinelere asla ısınamamıştı; filmin banyodan çıkışını beklemenin heyecanını tutmuyordu hiçbir şey. Kadrajlarını ya da ışık ayarlamasını doğru yapıp yapmadığını ancak sonuçları eline alınca anlayabiliyordu. Kaç tane film yakmıştı o güne dek. Ne güzel kareler yitip gitmişti. İşte bir tek bu yönüne kızıyordu analog fotoğrafçılığın. Ama bir yanıyla da hayata benzetiyordu… Bir adım attığında asla baştan sonucu göremezdin bütünüyle. Ne kadar ustaca ayarlarsan ayarla, ışık da enstantane de kafasına göre takılabilirdi. Sanki çekenden bağımsız bir ruhu vardı o karelerin. Ah zamanlama ve pozlama… Hayat gibi sürprizlerle doluydu. İyi ya da kötü… Üstelik bir kez çektin mi silemezdin de dijital makinelerde olduğu gibi. Renkler, dokular, anlar… İnsanı şaşkınlıktan ve mutluluktan ağlatabilirdi de, küçük bir ayrıntıyla mahvolan güzelim bir kareyle hayal kırıklığına uğratabilirdi de. Pakette kalan son sigarasından ilk nefesini alırken, parkın karşı tarafındaki restoranın önünde yürümekte olan bir anne kız gördü. Kuğuyu da içine alan bir kompozisyon tasarlıyordu ki, arkasından biri dokundu. Sıçradı. Havanın sıcaklığına inat, kırmızı pardösüsüyle otuzlarını yeni geçmiş ela gözlü, dimdik bir kadın duruyordu başında. Olduğu yerde rahatsızca kıpırdandı.
-Kerem, dedi kadın, duru, kendinden emin bir ses tonuyla.
-Yelda, diye yanıtladı kadını. Duygusuz olmaya çalışsa da, sesinin titremesine mani olamadan. Birkaç dakika gibi uzun gelen kısacık bir an göz göze öylece kaldılar. Kerem’in gözleri hınçla yanıyor, kadının gözlerinde yaş görmeyi umarken, belki de kendisi ağlamak üzere olduğunu fark edip dudaklarını ısırıyor; onun konuşmasını bekliyordu tereddütle
-Başın saolsun, dedi Yelda. Kerem bir şey demedi.
-Kadri Baba çok iyi bir insandı. Yeni öğrendim. O acı gününde yanında olamadığım için üzgünüm.
Kerem hiçbir yanıt vermedi. Bakışlarını önüne çevirip, sessizce makinesini çantasına koydu.
Yasemin İlkay – edebiyathaber.net (2 Ocak 2015)