Uçak indiğinde akşam saat 9’du. İstanbul’un kavurucu temmuz sıcağından sonra Riga’nın, tenle dans eden ılık rüzgârı, bana öyle iyi gelmişti ki.
Beyaz geceleri yaşıyordu şehir. Güneş; kasvetli, bol karlı kışa inat, bir türlü batmak bilmiyordu Riga’da. Kuzeyin kışları zordu. Yazları doyumsuz.
İş nedeniyle çıktığım seyahatlerden biriydi. Süre kısa, iş çoktu. Havaalanı, otel, ve iş yaptığımız yer arasında bindiğim taksideyken gördüğüm şehirlerle bağ kurmadan dönerdim. Bu defa öyle olmadı.
Bu şehri, gezmeden tanıdım, hatta hayran oldum. Nasıl mı diyeceksiniz? Pencereden, sadece pencereden bakarak.
Sanırım 10’du saat, hava hâlâ aydınlıktı. Çok katlı bir otelin önünde durduk. Sade ve şıktı otel. Kayıt işlemlerinin ardından kısa süre içinde otel görevlisi ile birlikte odama çıktım. Aslında görevliyi, küçücük bavulum için yormazdım da benim bu oda kapılarıyla başım dertteydi nedense.
Aman Tanrım sanki bir romandan, bir film karesinden çıkıp gelmiş hissi uyandıran muhteşem bir manzara vardı karşımda. Gördüklerim gerçek miydi, bir ressamın tuvalinden mi çıkmıştı bir an tereddüt ettim. Yeşillikler içinde bir katedral bütün haşmetiyle karşımdaydı. Büyülenmek, tam da bu olsa gerekti.
Yavaş yavaş güneş batıyor; kızıllığı, katedralin kubbesinden, asırlık ağaçların üzerine kayıyordu. Sihir bozulmasın diye odayı usulca adımlayıp, pencerenin önüne gelebilmiştim. Görüş alanım daha genişlemişti şimdi. Artık katedralin önünde uzanan kanalı da görüyordum. Etrafını süsleyen mordan sarıya, sarıdan pembeye uzanan çeşitli renk ve türde çiçekleri de. Ne güzel bir şehirdi, âşık olmuştum Riga’ya.
Biraz daha eğildim. Otelin önündeki cadde fazla kalabalık değildi. Arabalar nazlı nazlı ilerliyordu. Kimsenin acelesi yok muydu bu şehirde? Sanki ağır çekim bir film izliyordum. Riga’nın rengi olsa, ‘yeşil’ olurdu diye geçirdim içimden. Huzur yeşili, diye mırıldandım.
Pencereyi açtım, dışarıdan ne korna sesi geliyordu, ne insan sesi. Kulağımın algıladığı tek bir ses vardı o da doğanın hiçbir coğrafyada değişmeyen kendine özgü sesiydi.
Sonunda hava kararmıştı. Sokak lambaları birbiri ardına yanıyor, kanalın üstünü renk cümbüşüne çeviriyordu. Katedral ışıklar içindeydi. Yeni makyaj yapmış havalı bir Leton kızıydı sanki. “Gece mi daha güzel, gündüz mü bu şehir?” diye düşündüm. “Çirkinlikleri kapatırmış gece, o yüzden şehirler gece daha güzel görünürmüş” derler ya, bence Riga öyle bir şehir değildi. Riga benim şehrimdi. Her haliyle güzel, her haliyle çekici, kuzeyin geliniydi o.
Pencereyi açmamla birlikte, odayı yaseminle ıhlamur arası bir koku kaplamıştı. Evet, şehrin kokusu buydu. Burnumdan ruhuma yayılan keskin Riga kokusu!
Gözümde, gönlümde Riga, uykuya daldım.
Uyandığımda İstanbul’daydım. Yine orayı özlemiş olmalıyım ki aynı rüyayı görmüştüm.
İstanbulluğum ben. ‘Doğma, büyüme’ derler ya işte öyle. Koşuyolu’nda bir eylül günü doğmuşum. Şimdi Arnavutköy’de oturduğuma bakmayın, orası benim ruhumu arındırdığım, sokaklarında amaçsızca dolaştığım her şeyden ve herkesten uzaklaşmak istediğimde gittiğim tek sığınağım.
Rigalı rüyaları bu ara pek bir sık görür oldum. Nedenini biliyorum. İstanbul beni boğduğunda, kendimi rahatlatma mekanizmam devreye giriyor, gözümü Riga’da açıyorum.
Bir psikiyatri uzmanı arkadaşım, “Herkes senin gibi yapsa, biz işsiz kalırız,” dedi. Demek ki bu da, insanın hayat mücadelesinde, kendi isteği ile bulduğu bir çıkış yolu; bir tedavi şekli.
Yalnız bu aralar ne ‘Riga rüyası’ ne ‘Koşuyolu sığınağı’ rahatlatıyor beni. Herkes üstüme üstüme geliyor.
Çok mutlu bir çocukluk geçirdim. Annemle babam, aşk evliliği yapmış ve geçen yıllara rağmen asla birbirinden bıkmamış örnek bir çiftti. Çiftti diyorum çünkü annemi 10 yıl önce, fakülteyi bitirdiğim sene kaybettik – babamı da ondan üç sene sonra- Ailenin en küçük çocuğu olma avantajını kullandım ve bu süreci ablam ve ağabeyimin yoğun ilgisiyle kolaylıkla atlattım.
Can’ı da aynı günlerde tanıdım. Annemin doktoruydu Can. Benden 15 yaş büyüktü, yakışıklı bir cerrahtı. Zaten hep çocukken hayalim bir doktor sevgiliydi benim. Görür görmez Can’ı, annemin hastalığıyla daha da yakından ilgilenmeye başladım! Kontrollere, ben götürür oldum onu. ‘Yeni mezun işsiz güçsüz biriydim ya, benden başka kim götürebilir?’ bahanesine sığınarak. Anlayacağınız buluşma yerimiz Can’ın muayenehanesiydi. Yani benim buluşma yerim desem daha doğru olur. Zira onun bu aşktan zerre haberi yoktu -ya da ben öyle sanıyordum-. Annemin de gözünden kaçmadı tabii bu durum. “Kızım bu adam senden epey büyük, evlenip ayrılmış, sen daha 23 yaşındasın, kiminle istesen evlenirsin,” deyip duruyordu kadıncağız.
Ahh aşkın gözü kör, insan ne ileriyi, ne geriyi düşünüyor. Bir de benim gibi kimselerle çıkmamış, erkekleri tanımayan gencecik bir kız için ‘aşk’ saplantılı bir duyguydu o kadar. “Benim evlenmeye niyetim falan yok, zaten adamın da benden haberi yok anne, merak etme,” dedim.
Annemin durumu gün geçtikçe ağırlaşıyordu. Ben bir taraftan gözümün önünde eriyip giden anneme üzülüyor, diğer taraftan da platonik aşkım Can’ın varlığına şükrediyordum. O da, o kadar yumuşak, o kadar sevecen bir doktordu ki anlatamam. Beni teselli edişi bile, ona âşık olmam için yeterli sebepti. Yıllar sonra bir cafe’de oturuken Can’la, “Hiçbir erkek beğenildiğini hissetmeyecek kadar ruhsuz değildir,” demişti. Tabii bu durum kadınlar için de geçerliydi. Ama ben aşk konusunda toydum, ne duygularımı bastırabiliyor, ne de onun duygularını anlamlandırabiliyordum. Üstelik de hiçbir neden yokken, onun benden hoşlanmadığı kanısını taşıdım uzun zaman.
“Ooo bu yakışıklı da kim? ” dedi cenaze törenine gelen ve sahte gözyaşları döken akılları bir karış havada kız arkadaşlarım. Hoş benim kimseyi görecek halim yoktu annemin yasını tutarken; ama yine de taziye sırasında Can’ın sıcacık ellerini hissetmiştim doğrusu. “Çok üzgünüm. Elimizden geleni, hatta fazlasını yaptık ama zaten ileri bir evrede hastam oldu anneniz. Çok ama çok üzgünüm, sabır diliyorum sizlere,” dedi Can, kendinden emin, ama biraz da mahcup bir şekilde.
Hastasının cenaze törenine katılan doktor gördünüz mü? Hani yakını, aile dostu falan değilse? Bizim aile, durumu çözmüştü de bir tek ben konduramıyordum henüz. “Yok abla, adam annemi çok sevmişti ya onun için gelmiştir,” diye geveleyip duruyordum. Ablam ne de olsa evli barklı kadındı. Çoktan anlamıştı benim platonik aşkımın karşılıksız olmadığını.
Bir gece çalan telefonla sonunda ben de anlayacaktım. Can’dı telefonun diğer ucunda mırıl mırıl konuşan, hatta ne dediği anlaşılamayan adam. İçmiş miydi neydi? “Anneni kurtarsaydım beni sever miydin?” gibilerden bir şeyler söylüyordu yarım yamalak” “Olur mu? Ben seni zaten seviyorum, nasıl anlamadın?” demek için neler vermezdim ama diyemedim tabii ki. “Siz elinizden geleni yaptınız doktor bey, lütfen üzülmeyin, ailecek sizi çok seviyoruz,” dedim aptala yatarak. Ne komik değil mi? Bazen aklıma gelir de bu diyalog, kahkahayı basarım.
Böylece Can, annemin doktoruyken, yıllardır rüyalarımı süsleyen beyaz atlı prensim olarak, hayat akışımdaki yerini almıştı.
Birkaç telefon görüşmesi, üç beş kere yemeğe çıkma derken Can’ın evlenme teklifine ‘evet’ dedim. Bir taraftan annemle babam gibi ben de aşk evliliği yapacaktım; bu nedenle mutluydum. Diğer taraftan annemin sözleri kulaklarımdaydı. Gerçekten de birkaç araştırmadan sonra Can’ın ayrıldığı psikopat eşini öğrenecektim. Bana hayatı zindana çevirecek iç mimar eşini.
İnşaat sektöründe tanıdığımız kimse yoktu. Aklıma yeni evlenen komşumuzun mimar olduğunu duyduğum görümcesi geldi. “Selin’ciğim görümcene sorar mısın
Vuslat Parlar diye birini tanıyor muymuş?” dedim. “Kim bu kadın Deniz?” “Can’ın eski karısı,” “Ooo adını falan hemen öğrenmişsin bakıyorum da,” dedi Selin şaşırarak. “Can, pek fazla söz ediyor da,” dedim. “Ne yani, eski karısını mı anlatıyor? Kolay gelsin o zaman canım sana. Biraz daha düşün derim ben bu evliliği. Unutamamış karısını bu adam güzelim.”
Selin’in teşhisi doğruydu da bunu dikkate alacak; söz geçmez bir kalp, dumura uğramış bir beyin vardı bende o sıralarda. Üstelik de Selin’in görümcesinin “Okuldan tanıyorum onu, kaybetmek diye bir sözcük yoktur lügatında, inanılmaz hırslı ve takıntılı bir kızdı öğrenciyken,” demesi bile beni etkilememişti. Gerçekten de bile bile ladesti evliliğim.
Annemin ölümünden 6 ay sonra evlendik Can’la. Hem de çocukken bahçesinden çıkmadığım ‘Hababam Sınıfı’nın çekildiği, Koşuyolunda’ki Adile Sultan Kasrı’nda. Kel Mahmut’un, Güdük Necmi’nin, Hafize Ana’nın gezindiği o muhteşem kasırda, onları birer konukmuş gibi hayal ederek, gözlerimde annemin yüzü, heyecan ve mutlulukla ‘evet’ dedim Can’a.
Ahh keşke dememiş olsaydım. Bizim aşkımız 3 yıl bile sürmedi. Hani derler ya ‘aşkın ömrü 3 yıl’ diye, bizimki bir yılda bitti. 9 yılda uzatmaları oynadık maalesef.
Çoğu zaman düşünürüm, bu adam çift karakterli miydi diye? Annemin sevecen, insan ruhundan anlayan, karizmatik doktoru, aslında insanı çileden çıkarmak için yaratılmış, ukalanın tekiymiş meğerse.10 yıl önce hayran olduğum adamın şimdi bir tane iyi huyunu bulamıyordum ne acı. Tabii yaşadıklarımızın en başlıca sebebi Can’ın eski eşi Vuslat’ı hayatından çıkaramamış olmasıydı.
“Selin, Selin nerdesin? Teşhisi tek söylediğim cümleyle koyan, akıllı komşum Selin, keşke seninle daha çok birlikte olsaydım ve beni bu işten vazgeçirene kadar uğraşsaydın ah.”
Evliliğimiz ilk günleri çok güzeldi. Üstüme titriyordu Can. Bir dediğimi iki etmiyordu. “En zor günlerimde çıktın karşıma Deniz. Vuslat gibi baskın bir karakterin karşısında toy bir delikanlıydım. Parmağında oynatıyordu beni. Ama sen yumuşacık, melek kalpli Deniz’im; seni tanıyınca insanlara farklı bir gözle bakmaya başladım. Annesiz babasız büyümüş birine aile sevgisini öğrettin sen,” diyordu Can. Doğruydu, mutlu bir çocukluk yaşamıştım. Bunun yansıması olarak insanları koşulsuz seviyordum. Can da, babaannesi tarafından baskıyla büyütülmüştü. Gerçek kişiliğini çok güzel gizliyor, anlayışlı, sıcakkanlı doktor rolünü başarıyla oynuyordu. Babaanne baskısına, sonradan bir de karısı eklenince Can’ın çözülmesi güç, güdümlü kişiliği ortaya çıkmış oldu.
Tabii benim gibi, platonik birkaç aşk macerası dışında, erkekleri tanımayan birini kandırmak da çok kolay olmuştu onun için; kanmaya dünden razı beni. Can’ın göründüğü gibi biri olmadığını kısa süre sonra anlayacaktım.
Birinci evlilik yıldönümümüzü kutlayacaktım. Onun bugünü hatırlayıp hatırlamadığını bilmediğimden, tüm hazırlıkları kendim yaptım. Güzel bir masa hazırladım. Kırmızılı, sarılı -Can’ın renkleri- çiçekleri olan güzel bir masa örtüsü, üzerinde, kokulu mumlar. Hediyesi de hazırdı. O da bana mutlaka bir sürpriz yapar diye de heyecanla bekliyordum. Gerçekten de yaptı Can, ilk müthiş sürprizini yaptı. Beni ilk karısıyla aldattı.
Saat yarım olmuştu ve Can yoktu. Cebini aradım açılmadı. Hastaneye hastalarını kontrol için gitmiştir diye düşündüm ama bu saate kadar çoktan gelirdi. Bir aksilik vardı kesin. Unutmuştu bu günü anladım da, niye evine gelmiyordu. Sonunda zil zurna sarhoş kapıyı çaldı Can. İnanılır gibi değildi. Hem de evlilik yıldönümümüzde.
“Vuslat’la yemek yedik,” dedi gözlerimin içine bakarak.” “Neden haber vermedin bana geç geleceğini, ayrıca bugün evlilik yıldönümümüz olduğunu bilmiyor muydun?” dedim. Hıçkırarak ağlıyordum. Bu ilk kavgamızdı. “Bugündü ya tüh, nasıl unutmuşum,” dedi, biraz üzülmüştü. “Vuslat ayarlamış kıramadım, biliyorsun hasta ya, tedavinin bir parçası da benimle görüşmesi, bir doktor olarak hayır diyemezdim,” dedi pişman olmuş gibi başını öne eğerek. Böylece evlilik yıldönümümde başlayan buluşmalar – belki daha önce de buluşmuşlardı, ben bilmiyordum- tedavi
bahanesiyle devam etti gitti. Haftanın belli günlerinde ruh hastası eski karısını oyalıyordu Can. Ben de hümanistim ya, benden yana sorun yoktu Can’a göre. Kadın ne zaman çağırsa hop Can efendi onun yanındaydı.
Vuslat, hastalık bahanesiyle hayatımıza böylece tamamen girmiş oldu. Evlilik yıldönümümüzde Can’ı yemeğe davet etmesinden belliydi. Tüm özel günlerimizi de biliyordu bu psikopat.
Artık sinirlerim tamamen bozulmuştu. Can, Ben ve Vuslat yaşayıp gidecektik anlaşılan!
Ya çalışmam ya da çocuk doğurmam lazımdı benim, bir şeylerle oyalanmam şartı. Bu psikopat kadın kocamın beynini yıkamaya devam ediyor, bizim evi de o yönetiyordu ve ben boşluktan çıldıracaktım. Ah annem, ah nasıl da bildin “Hem adam büyük, hem de evlenip ayrılmış, olmaz,” diyordun. Ah keşke evlenip ayrılmış olsaydı sadece, bizimkinin asıl sorunu ‘ayrılamamış’ olmasıydı. 8 yıl evli kaldığı, kâğıt üzerinde ayrıldığı ama yörüngesinden çıkamadığı Vuslat’ı asla unutamamıştı Can, bu açıktı.
Dışarıda gören bizi çok mutlu bir çift sanabilirdi. Asıl yüzünü evde gösteriyordu Can. Eminim, Vuslat ne derse onu yapıyordu. Hiç yoktan yere sinirleniyor, mutlu olduğum her anı burnumdan fitil fitil getiriyordu.
Planımı uyguladım ve ikinci evlilik yıldönümümüzde verdim müjdeyi Can’a, bir aylık hamileydim ve iş başvurum kabul edilmişti. Can şoke oldu. Coşkulu bir sevinç gösterisi yapmasa da bebeğe sevindiği belliydi. Asıl derdi Vuslat’a bu durumu nasıl söyleyeceğiydi, bence. Neyse çok mutluydum ve mutluluğumu kimsenin bozmasına izin vermeyecektim. Tek hedefim bu bebeği doğurup, biraz büyüdükten sonra da Can’dan, dolayısıyla de Vuslat’tan kurtulmaktı.
“Hem çocuk, hem iş, sen kafayı mı yedin. Kim büyütecek bu bebeği,” dedi Can. “Çalışan anneler nasıl büyütüyorsa ben de öyle yapacağım. İstersen Vuslat’a verelim o büyütsün, ne dersin?” dedim hırsla. Bu arada Vuslat’ı sadece resimlerden tanıyordum. Eminim o beni görmüştü, hayatını zindana çevirdiği kadını kim bilir gizlice kaç kere izlemişti?
Gerçekten de acınacak durumdaydım. Babam torunu göremeden esinin yokluğuna dayanamayarak kısa bir süre önce ani bir kalp krizi sonucu vefat etmişti. Ablam konsolos eşiyle yaklaşık bir yıldır yurt dışında yaşıyordu. Son babamın cenaze töreninde görmüştüm onu. Ağabeyim de Bozcaada’da şarap yapmayı kafasına koymuş, karısını, çocuklarını terk edip, çekip gitmişti. Değil bebeğe bakmak derdimi anlatacak bir yakınım bile yoktu. Benim ileri görüşlü Selin’im de ikizlerine kendini öyle bir kaptırmıştı ki bu sefer de ben “Kızım, çocukların tamam da, bir yere kadar, kocanı çok ihmal ediyorsun,”dedim. Bilmiş bilmiş. Öyleydi, demek ki insanlar içinde yaşarken yaptıkları hataları göremiyorlardı. Dışardan başka bir göz, çok daha iyi yorumluyordu olanları. Sonradan, onun gibi ben de, haklı çıkacaktım ne yazık ki.
Ayşe Pelinsu ılık bir sonbahar günü doğdu. Gerçekten de pastırma yazı yaşanıyordu İstanbul’da, Kasım ayı demeğe bin şahit isterdi. İyi huylu, peri kızımın kişiliğine bu havanın ne kadar yakıştığını anlamam uzun zaman almadı. O kadar uyumlu, tatlı bir çocuktu ki, kış bahçesinde açan kardelen çiçeğiydi o, mutsuz evimizin gülen yüzüydü.
Annemin adı çok yakışmıştı ona. Çoğunlukla Ayşe diye çağırıyordum prensesimi. Can, onu ilk tanıdığım günlerdeki gibi son derece sevecen, anlayışlı, tatlı bir baba portresi çiziyordu. Ben aslında her şeyi unutup onu tekrar sevebilirdim. Kızımla birlikte yaşama planımı gözden geçirebilirdim. Can’sız hayatın kolay olmadığını da biliyordum. Tek başına çocuk büyütmenin zorluklarını da. Ama tek şartla, Vuslat’ın adı lügattımızdan tamamen silinecekti.
Bu arada da işe başlamıştım. Yeni çevre, yeni insanlar, bana çok iyi gelmişti. Bebeğime Gürcistanlı bir kadın bakıyordu. Adı garip bir şeydi de biz ona Lara diyorduk. Lara hem evimizin işini yapıyor hem de Ayşe’ye bakıyordu. Lara gibi mükemmel bir yardımcım olduğu için çok şanslıydım. Hayata pozitif bakan, neşeli, mutlu bir kadındı Lara. Onun, Allah’ın bana bir hediyesi olarak hayatıma gönderildiğini düşünürüm zaman zaman. Ayşe Pelinsu’yu, sanki anneannesi ya da teyzesi gibi seviyordu Lara, bu yüzden de gözüm arkada kalmadan işime gidiyor, “Ooo cano cano bak, kızın seni özledi,” sözleriyle karşılanıyordum. Neyse monoton hayatım işimle, kızımla ve Lara ile renklenmişti. Bu arada Can kızını çok seviyor, ama Vuslat’ından da asla vazgeçmiyordu. Buna gizlemeye çalıştığı kaçamak telefon konuşmalarından, gece nöbetlerinin artmasından anlıyordum.
İşimdeki konumum değiştikçe sorumluluklarım artıyor, kızıma yeteri kadar zaman ayıramıyordum. Ama yapacak fazla bir şey yoktu. Lara ona hiç kimsenin yokluğunu aratmayacak kadar sevgi veriyordu zaten. Benim yurt dışı seyahatlerim sıklaştıkça, Can iyice çekilmez bir hal almıştı. İçkinin dozunu giderek arttırıyordu. Vuslat’la kafaları çektiği kesindi.
Bir gün iş yerinde tam toplantı başlamıştı ki telefonuma Lara’dan bu mesaj geldi: “Deniz, kızım, cano Deniz, ben Lara, senin koca eve birini getirdi. Garip bir adı var neyse kadın Ayşe’yi sevdi gitti, haberin olsun, Allah’ım inanamıyordum sonunda korktuğum başıma gelmişti. Gözyaşlarım dinmek bilmiyordu toplantının tam ortasında. Kimse beni teselli edemiyordu. Kızım hastaymış yalanını söyledim onlara. Nasıl derdim kocamın eski karısı kızımın peşinde diye. İnanılır gibi değildi. Bunun intikamını almalıydım o Can denen adamdan, hem de en acısından.
Eve döndüğümde Ayşe okuldan dönmemişti. Lara’ya olan biteni baştan anlattırdım. Evet Vuslat’ı sonunda evime de getirmişti Can. Bu adamın niyeti neydi acaba? Eski karısını bu kadar seviyordu da neden ayrılmıştı ondan. Haftanın belli günlerinde onunla olduğunu biliyordum. Tedavi yalanına inanmak istemiştim ve beni kandırdığını bile bile inanmıştım ona.
Ama artık yeterdi. Birinci evlilik yıldönümümüzle hayatıma giren kâbus Vuslat şimdi de yokluğumu fırsat bilmiş, evime kadar gelmiş, kızımı kucağına almıştı demek ki. Olamazdı bu. Önce Ayşe’yle konuşmak istedim. Bakalım kadın ona neler söylemişti.
Ana sınıfına gidiyordu Ayşe. Zaten çok aklı başında bir çocuktu. Yaşından çok daha olgundu. Okulun kapısında Lara yerine beni görünce çığlığı bastı. Boynuma öyle bir sarılışı vardı ki, kızımı işlerim nedeniyle yalnız bırakıyor olmanın vicdan azabını yaşadım o an, gözlerim doldu. Birer gün gidiyordum aslında, süre uzun değildi ama ‘küçük bir çocuğun annesinden ayrı uyuduğu bir gece bile, onun psikolojisi için önemliydi,’ okumuştum. “Tatlım seni çok özledim, neler yaptın anlat bakalım Lara’yla, babanla?” dedim. Hiç eveleyip gevelemeden direkt olarak “Tanımadığım bir teyze bize geldi, beni sevdi, sonra da gitti,” deyiverdi Ayşe. “Sevdin mi o teyzeyi ?” dedim merakla “Pamuk prensese kötü elma veren cadıya benziyordu saçları.” Tamam, durum anlaşılmıştı. Ayşe’yi doğruca eve getirdim. Lara’ya teslim edip Can’ın muayenehanesine gittim. Kafamda tek bir çıkış yolu vardı o da Can’dan boşanmak.
Can günlerce peşimden koştu. Acıdığı için Vuslat’ı bırakamadığını söylüyor bir şans daha istiyordu. İçkiyi de bırakacaktı. Hatta Arnavutköy’de bana sürpriz bir ev almıştı da söylemeye fırsatı olmamıştı. Bir daha asla Vuslat’ı görmeyecekti. Çünkü kadının hastalığı şizofreni boyutuna geçmişti. Artık eski eşin yakın ilgisi yetmiyordu, onu görmesinin de bir anlamı yoktu.
Can’a inanmak istiyordum. Ayşe Pelinsu için. Onu, yaşadığım zorlukların ortasında ben, bile isteye doğurmuştum; çekilmez hayatıma belki bir renk getirir çocuğum diye düşünerek. Yaptığım bu hatanın bedelini, ben ödeyebilirdim; ama onun küçücük omuzlarına taşıyamayacağı yükleri koyamazdım, onu babasız büyütemezdim. Ne gelecekse başıma çekmeye razıydım, sırf kızım için. Çünkü babasına âşıktı benim melek kızım. İnsan sevgisiyle dolu güzel bir yüreği vardı. Lara yetiştiriyordu onu kendi güzel değerleriyle.
Can’ın yalvarmaları, kızımın babasına olan aşırı düşkünlüğü nedeniyle bir şans daha vermiştim evliliğimize; ama bu kesinlikle sondu.
Arnavutköy’e taşınacaktık Gayrettepe’den. Bana kalsa Koşuyolu’nda yaşardım. Çocukluğumun Koşuyolu çok daha güzeldi ama yine de İstanbul demek benim için Koşuyolu demekti. Zaten aile yadigârı evimiz dayalı döşeli, beni beklerdi. Deniz’in içi sıkılınca kendini oraya atacağını bilirdi zira. Annesinin yatağına yatıp, onun kokusunu içine çekeceğini de. Sığınağına büyük bir özlemle koşacağını da.
Can’ın özürlerinden sonra kaldığı yerden devam eden evliliğim, araya giren iş seyahatlerim nedeniyle biraz olsun çekilir bir hal alıyordu. Kızımı o kısacık kaçamaklarda çok özlüyordum ama, Can’dan uzaklaşmam yeniden canlanmamı sağlıyordu, ne acıdır ki.
Yeni evimizin her şeyiyle; mobilyadan, süs eşyalarına, boyasından, kış balkonunun tasarımına kadar ben ilgilenmek istiyordum. Bana iyi gelecekti bu yeni uğraşım. Hevesliydim de. Dekorasyon dergilerini karıştırıyor, zaman buldukça alış veriş merkezlerine gidiyor, boğaz manzaralı evi herkesin beğeneceği, canlı çok renkli bir ev yapmak istiyordum.
Bir gün Can, “Sen kendini yorma nasıl olsa biz bu işten anlamayız, hem de işin gücün var, bir firma ile anlaşalım o yapsın dekorasyonunu,” dedi.” “Olur mu Can yaşayacağım evi neden başkası kendi zevkine göre döşesin ki, burası 4 oda 170 metre kare bir yer, villa falan değil ki, ben hallederim,” dedim art niyetsiz. Meğerse bizim Can’ın niyeti başkaymış. Israrında devam ediyordu Can. Ben de bir anlam veremiyordum. O kadar üsteledi ki “Eee ne yaparsan yap,” dedim sonunda. Rahatlamıştı.
“Bak sana sürpriz, hiçbir şeye elini sürmeden sadece giysilerini alacak ve evine gideceksin. Gözlerini kapatacaksın, açtığında yeni evin her şeyiyle hazır karşında duruyor olacak.”
Gerçekten de öyle oldu. Eve girerken Ayşe ile benim gözlerimi bağladı Can. Büyük bir heyecanla o anı bekliyorduk. “Bakalım evimiz nasıl olmuş anne?” diyordu Ayşe. “Tam filmlerdeki gibi,” dedik, ana kız. Ve gözlerimizi açtık.
Aman Allah’ım bu nasıl bir dekorasyondu. Bu nasıl sevimsiz bir evdi. Evin tek bir rengi vardı o da siyah ve griydi. Donduk kaldık kızımla. İnanamıyordum gördüklerim gerçek miydi? Kap kara koltuklar. Gri siyah büfe, bir de Allah için bir yere açık renk bir obje koyun, bu nasıl bir zevkti öyle. Hele de benim gibi renkli şeyleri seven birisi için.”Ben asla bu evde oturmam Can, bu nasıl iç karartıcı bir ev Allah’ım,” dedim zırıl zırıl ağlayarak. “Olur mu bu renkler modaymış Deniz, sonra gözün alışır,” demez mi Can. Yani o beğenmişti. “Kime yaptırttın bu dekorasyonu ya sen, ruhu kara biri yapar ancak bunu, ya da kafadan kaçık…..” dememe kalmadı ve taşlar yerine oturdu.
Evet, durumu anlamıştım. Evi, iç mimar Vuslat kendi ruh durumuna uygun bir şekilde dekore etmişti. Bu durum gerçekten de tam bir travma yarattı üzerimde. Sakin olmalıydım. Can’dan boşanacaktım artık bunun dönüşü yoktu. Ama kızımın bu durumdan en az zararla kurtulmasını sağlayacak şekilde bir organizasyon yapmalıydım.
“Aaa Can evet ilk anda beğenmedim ama dediğin gibi sonradan alışabiliriz bu kara eve,” dedim. Gözyaşlarım boğazımda düğümcükler oluşturuyor, alımda boncuk boncuk terler akma sıralarını bekliyorlardı sakince. Kızımın şaşkın yüzü bir bana bir babasına kayıyor, olup biteni anlamaya çalışıyordu zavallı. Bütün ödülleri toplayacak ölçüde rol yeteneğim varmış benim, bunu da anlamış oldum bu arada! İnsana hayat ne oyunlar oynuyordu demek ki.
Annemle Can’ın muayenehanesine gittiğim o gün geldi aklıma. Gün aşırı babam, ablam ve ağabeyim götürüyorlardı annemi Can’a. Bana da sen “İş başvurularıyla ilgilen, sıcağı sıcağına buldun buldun, yoksa iş hayal olur,” diyorlardı. Doğruydu ben de bildiğim bilmediğim İstanbul’da mesleğimle ilgili tüm firmalara başvuru yapıyor, sonucunu bekliyordum.
Sanırım ‘kaderin ağlarını ördüğü gündü” o gün. Ablam “Deniz’cim karnımda çok kötü bir ağrı var dışarı çıkamayacağım, bugün sen götürür müsün annemi doktora? ”dedi. “Tabii ablacım götürmez miyim ilk defa bir şeye yarayayım ben de” dedim. Ve annemi götürüş o götürüş, Can’ı gördükten sonra artık kimseye bu görevi vermeyecektim. Bahanem de hazırdı “İş başvurularım bitti, beklemedeyim. Artık annemi bırakmam.”
Şimdi düşünüyorum da, o gün ablam hasta olmasaydı ben annemle Can’a gitmeyecektim. Onu hiç görmeyecek, tanımayacak ve de maalesef ki âşık olmayacaktım.
Hiçbir şey yokmuş gibi o kara evde yaşıyorduk. Can da memnundu halinden “nasıl da kandırdım aptalı” diyordu muhtemelen.
Asıl aptal kendisiydi, sonradan anlayacaktı. Artık gözüm açılmıştı o ‘kara evle birlikte.’ Yine Arnavutköy’de bir ev satın aldım; çünkü Ayşe’nin okulu Arnavutköy’deydi başka bir seçeneğim yoktu bu nedenle. Kalbim Koşuyolu’ndaydı ama ne benim için uygundu orası, ne de Ayşe Pelinsu için. Sessiz ve derinden ilerliyordum.
İçini rengârenk döşedim. Lara olmasa ben bunların hiçbirini yapamazdım kesinlikle. Bu kadar zorluğun üstesinden nasıl gelirdim gerçekten de bilmiyorum. Kimi kimsesi olmayan Lara bizim en kıymetlimiz olmuştu.
Ayşe, İlkokul ikinci sınıfa gidiyordu; dersleri küçücük boyunu aşıyordu melek kızımın. Ayrılık kararımı bu sıralarda açıklasam, belki de bizi kapı dışarı ederdi Can. Ne yapardık o zaman kızımla ben? Sakin olmalı, adım adım ilerlemeliydim. Aslında Arnavutköy’de Can’a yakın oturmak hiç işime gelmiyordu ama, Ayşe’nin çok sevdiği okulundan ayrılması mümkün değildi şu aşamada.
Bu ayrılık, en çok Vuslat’ın işine yarayacaktı. Emellerine kavuşacak, bir anlık gafletle elinden kaçırdığını düşündüğüm Can’ı, sonradan kıskaçlarıyla tamamen kendine çekerek, asla bir daha da bırakmayacaktı. Hiç de umurumda değildi açıkçası.
Sonunda davamı açtım ve şimdi bekliyorum artık. Annemin hastalığıyla hayatıma giren o yakışıklı kahramanımdan, yıllar sonra bu kadar çok kurtulmak isteyeceğimi, o yıllarda birisi söylese kahkahalarla güler geçerdim. Neden bu kadına hastalıklı bir şekilde bağımlılık duyuyordu onu bir türlü öğrenemedim. Önce acıyor dedim, sonra tedavi süreci için doktor olarak yardım ediyor dedim ve sanırım kendimi kandırdım. Artık ne Can’ı ne de bir kere bile karşılaşmadığım, ama evliliğimi zindana çeviren Vuslat’ı hayatımda istiyorum.
Can’ı böylece ters köşeye yatırmış oldum ilk kez. Tam yeni evinin keyfini çıkarken. Tam da iki kadını sorunsuzca idare edebileceğini anlamış olmanın mutluluğunu yaşarken. Hiç beklemediği bir anda boşanma ilamını elinde buldu Can.
Artık yalvaracak yüzü olmadığı için ne bir telefon, ne de görüşme isteği geldi. Evet artık ondan sonsuza dek kurtuluyordum. Tabii Ayşe için gerekli zamanlarda karşılaşacaktık ama ben bir daha Vuslat diye bir kadının varlığı ile asla boğulmayacaktım. Allah’ım şükürler olsundu.
İşte bu kadar sıkıntının arasında Riga’yı gördüm rüyamda yine. İstanbul boğarken, sessiz sakin Riga beni sıkıntılarımdan arındırıyor huzura götürüyordu. Geçen yaz gitmiş ve âşık olmuştum o güzelim kente; cennetin başkentine. Ruhuma bir hediyeydi Riga. Rüyası bile mutlu olmam için yeterliydi aslında. Belli mi olur ileride belki Ayşe’yle orada yaşarız, tabii ki Lara’mızla birlikte. Ya da en iyisi ben yine gözlerimi kapatayım ve Riga’ma gideyim ve donup kalayım o muhteşem manzara karşısında… ne dersiniz?
Berna Olgun – edebiyathaber.net (25 Aralık 2015)