Kerem o gün evine dönmek için Sıhhiye’den Tunalı’ya kadar yürümeyi tercih etti. Yorucu bir gün geçirmişti, hava almanın iyi geleceğini düşündü. Sıhhiye civarlarında yerde yatan, üstü başı paramparça olmuş kadına gözü takıldı. Yoluna devam etmek istese de, birileri onun orada durup perişan haldeki bu kadına daha yakından bakmasını fısıldıyordu sanki kulağına. Kadıncağız iki elini birleştirip yanağının altına yastık yapmış, incecik bir şiltenin üzerinde uyuyordu. Ayakları soğuktan mosmor olmuş bu kadının yüzü, Kerem’e annesini hatırlattı. Suratını incelemek istercesine aşağı doğru eğildi. Kadının sağ gözünün tam altında bulunan kahverengi, küçük doğum lekesini görmesiyle, dengesini kaybederek yere çökmesi bir oldu. Evet, bu kadın Kerem’in yıllardır aradığı annesiydi.
1992 yılında Kerem Erzincan’dan ayrılalı altı ay olmuştu ki, 1993 yılının soğuk bir Mart gününde aldığı haberle yıkılmıştı dünyası. Yüzlerce insanın göçük altında can verdiği o yıl, Kerem Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde henüz hazırlık sınıfı öğrencisiydi. Babasının dişinden tırnağından artırarak okuttuğu Kerem, sekiz arkadaşıyla paylaştığı yurt odasında yalnızca geceleri uyurken kapattıkları radyonun sesiyle irkilmişti. Radyo spikeri Erzincan’da meydana gelen depremin şiddetinden, göçük altında kalan insanların nasıl can çekiştiklerinden bahsediyordu. Bir anda ne yapacağını bilemez bir halde bir ileri bir geri yürümeye başladı. Sonra yurdun en alt katında bulunan ve her gece istisnasız en az yirmi-yirmi beş kişilik bir kuyruğu önünde bekleten ankesörlü telefona doğru merdivenleri üçer beşer atlayarak koştu. Sırada bekleyen insanlar, Kerem’in kendilerini iterek ilerlemesinden korkmuş olacaklardı ki, hiç ses çıkarmadan kenara çekildiler. Titreyen elleriyle evinin numarasını çeviriyordu ama açan yoktu. Bir süre sonra eviyle kurmaya çalıştığı bağlantı, ahizeden yalnızca kesik kesik üç sinyal sesinin gelmesiyle birlikte tamamen koptu. Çıldırmış gibiydi, ne yapacağını bilmiyordu. Erzincan’da hiç akrabası kalmamıştı. Ardında yalnızca annesi, babası, ablası ve erkek kardeşini bırakıp gelmişti Ankara’ya. Şimdi ise, canından çok sevdiği bu insanlara ulaşamamak onu deliye döndürmüştü. Hemen yukarıya çıktı, bütün parasını yastık kılıfının içinden çıkarttı, sırt çantasını omuzlarına geçirdi ve AŞTİ’ye doğru gitmek üzere bir taksiye bindi. Yaklaşık yarım saat sonra Erzincan otobüsündeydi. On bir saatlik yolculuğunu, gözünü kırpmadan, sırt çantası kucağında bir öne bir arkaya sallanan vücudunu zapt etmeye çalışarak geçirdi. Sabah Erzincan’a vardığında terminale çok yakın olan mahallesine doğru yürümeye başladı. Şehir yıkılmış bir harabeyi andırıyordu. Eskiden ailecek yaşadıkları evin önüne geldi ve evinin yerinde artık yalnızca beton yığınları olduğunu gördüğünde başını ellerinin arasında alarak ağlamaya başladı. Tam o sırada sağlık ekiplerinin evinin başında, babasının, ablasının ve erkek kardeşinin cesetlerini göçük altından çıkartarak sedyelerle taşımakta olduklarını fark etti. Bağırarak yanlarına koştu, her birinin tozla kaplanmış vücutlarına sımsıkı sarıldı ve hemşireler onu ayırana dek bırakamadı.
Yaklaşık bir ay Erzincan’da kaldı. O gün evinin önünden annesinin cesedinin çıkmayışı, onun tek yaşam sebebi haline gelmişti. Aramadığı yer, baktırmadığı göçük altı kalmamıştı. Polis ve Jandarma’nın kurduğu kurtarma ekiplerinin gittiği her yere onlarla birlikte gitti. Fakat o gün, kurtarma ekiplerinden birisinin bir ceset bulunduğunu, gelip teşhis etmesi gerektiğini söylediği o gün, cesedin parmağından çıkan yüzüğü gördüğünde yıkılmıştı. Yüzü tanınmayacak bir ceset vardı karşısında. Evet, yüzük annesinin parmağından hiç çıkartmadığı, bakır yüzüğün aynısındandı ama bu yüzükten başkasında da olamaz mıydı? Karşısında yatan kadının ellerine, kollarına baktı korkuyla. Bu ceset annesi bile olsa, tanınması mümkün olmayacak kadar hırpalanmıştı. Hüküm verebileceği tek delili mucizevi şekilde cesedin parmaklarından ayrılmayan o bakır yüzüktü. Kabullenmedi o kadının annesi olduğunu her ne kadar onu annesinin kimlik bilgileriyle gömmüş olsalar bile.
Bir yıla yakın süreyi Erzincan’da geçirdi. Annesiyle ilgili ufak da olsa bir iz bulabilmek için çabaladı. Olmadı, bulamadı. Ankara’ya döndü, okuluna devam etti. Tam 22 sene 9 ay boyunca her gece istisnasız annesini gördü rüyalarında. Bu yıllar içerisinde okulunu bitirdi, psikiyatri dalında doçentlik unvanını elde etti. Evlendi, babasının adını taşıyan, Mustafa isminde bir oğlu oldu. Hayatı bir şekilde devam ediyordu elbette ama bilinçaltı her yerde, her şehirde hala annesini arıyordu.
O gün, o sokakta yatan kadını gördüğü gün, kadının sağ gözünün altındaki kahverengi, küçük doğum lekesini gördüğünde önce bunu bilinçaltının ona oynadığı bir oyun zannetti. Eğilip suratına baktı ve parmağında takılı olan bakır yüzüğün yansıması gözünü aldı. Bu sırada kadın uyandı, Kerem’i ona doğru eğilmiş bir şekilde, şaşkın surat ifadesi ile görünce ürktü ve geriye doğru kaçtı. Kerem defalarca adını söylemesi için yalvarıyordu kadına. Fakat kadın konuşmadan, hatta biraz da saldırganlaşarak arkasında sakladığı sopasını eline aldı. Kerem onu daha fazla korkutmamak için geri adım attı. Bu bitap düşmüş kadın, “Ne istiyorsun?” diye bağırdı. Kerem “Erzincan’da yaşadınız mı, adınız Safiye mi?” diye sordu gözleri dolu dolu. Kadın “Bilmiyorum ben adımı sanımı, git başımdan.” diyerek kovdu Kerem’i. Kerem önce uzaklaştı yanından ama gitmedi. İleride bulunan büfenin arkasına saklandı. Kadın bir süre etrafına baktı, sonra zayıf bedenini kaldırabilmek için olanca gücüyle ellerine yüklendi ve yürümeye başladı. O kadar yavaş yürüyordu ki, Kerem onu kalabalık caddede bir süre gözüyle takip etmekte hiç zorlanmadı. Daha sonra peşine düştü ve Ulus’un ara sokaklarında bir binanın önünde yanan ateşin önüne oturduğunu gördü. Bir yandan ısınmaya çalışıyor bir yandan da etrafını gözetliyordu. Kerem tekrar yanına yaklaştı. Kadın “Ne istiyorsun be adam benim gibi yaşlı başlı kadından, defol git işine!” diye bağırmaya başladı. Sokakta başka kimsenin olmayışından cesaret bulan Kerem usulca yanına yaklaştı ve yanına oturdu. Kadın önce uzaklaşmak ister gibi kalkmaya çalıştı ancak belli ki bacakları tutmuyordu, kalkamadı yerinden. Kerem kendisini açıklamaya çalıştı; “Teyzeciğim öncelikle lütfen sakin ol, ben doktorum. Her şeyden önce sana yardımcı olmak istiyorum. Gel seni kendi çalıştığım hastaneye götüreyim. Bu yaşta bu sokaklarda ne işin var senin. İlk başta söylediğim her şeyi unut. Bak, tek amacım sana yardımcı olmak benim.” dedi. Kadın uzun bir süre yalnızca Kerem’in suratına baktı. Sonra, “Temiz bir çocuğa benziyorsun sen, beni kandıran adamların suratlarındaki o ‘şey’ senin suratında yok ama gelmem. Ben bile bilmiyorum kaç yıldır bu eziyeti çektiğimi ama alıştım artık. Hadi sen de üsteleme git artık.” dedi ve Kerem’i daha fazla dinlemeden oradan uzaklaşarak gözden kayboldu.
Kerem günlerce aynı saatte, aynı yere gitti. Her gittiğinde onu orada görmek, Kerem’i rahatlatıyordu. Ona yemek götürdü, onunla sohbet etti ve bir şekilde gönlünü kazandı. Sohbetleri sırasında fark ettiği en önemli ayrıntı, bu kadının geçmişine dair hiçbir şey hatırlamayışıydı. Bu süreçte elinde bulunan albümdeki fotoğrafları incelemeye başlamıştı. Herkeste olmayan farklı bir işaret arıyordu yüzündeki doğum lekesinden ve parmağındaki yüzüğünden başka. Fakat bulamadı. Tek ispat aracı sağ gözünün tam altında bulunan kahverengi, küçük doğum lekesiydi. Ertesi gün için yanına bir fotoğraf almaya karar verdi. Belki bir çağrışım yapar umuduyla ona gösterecekti. Bir de onu diğer insanlardan ayıran yüzündeki lekeyi annesinde bulunan leke ile daha yakından kıyaslayacaktı. Bunca yıl psikatri kliniğinde hafiza kaybına uğramış insanlara, hatırlamaları için geçmiş yıllarına ait fotoğraflarını kullanmıştı. Her zaman işe yaramasa da, bazılarında sonuç verdiğini hatırladı. O gece heyecandan uyuyamadı. İçinde farklı bir his vardı, güneş yeniden doğacak ve Kerem sanki yıllar önce kaybettiği annesine yeniden kavuşacaktı.
Sabah uyandı, en güzel kıyafetlerini giydi. Evden çıkmadan albümden seçtiği bir fotoğrafı iç cebine yerleştirdi ve yola koyuldu. Önce berbere gitti, traş oldu. Eskiden, annesinin en sevdiği, kokladığında “yine mis kokmuş benim oğlum” dediği, “Brut” marka traş losyonundan sürdü. Sonra hastaneye gitti, günlük rutin işlerini yerine getirdikten sonra saatin yaklaştığını fark etti. Pastaneden taze kurabiyeler aldı. Çiçekçiye uğradı, annesine her doğum gününde hediye ettiği gibi kocaman bir demet papatya yaptırdı. Her gün aynı saatte onu görmeye gittiği yere gitmek üzere arabasına bindi ve losyonunu tazeledi. On beş dakika sonra o sokağa varmıştı ama kadın yoktu. Beklemeye karar verdi. Yaklaşık bir saat bekledi. Tam ümidini kesmişti ki, arkasından onun sesini duydu. “Neden geldin yine oğlum, sen her gün gelecek misin böyle?” demişti. “Geleceği teyzeciğim. Sana hediyeler getirdim, gel de oturalım biraz.” Kerem ona papatyaları uzattı önce ve o anda suratındaki ifade birden değişti kadının. Mutlu olmuştu. Gözleri değer gören her insanın gözlerindeki o ışıltıyla parladı. Teşekkür edip ağır ağır oturdu her zamanki yerine. Kerem tatlıları ona yedirdikten sonra fotoğrafı çıkardı ceketinin iç cebinden. “Bak bu benim annem.” dedi. Sonrası, mesleğinin ona vermiş olduğu ustalıkla çözülebileceğinden duygusallığından sıyrılması gerekiyordu. Yanına iyice yaklaştı kokusunu da alabilsin diye. Kadın ağlamaya başladı, “bu fotoğraf bana bir şey anımsatsın diye uğraşıyorsun farkındayım ama olmuyor, yabancı kimseleri görüyorum ben buna bakınca. Fakat senden gelen bu koku… Bu koku bana adını koyamadığım şeyler hissettiriyor. Ne olduğunu ya da neden böyle hissettiğimi bilmiyorum ama bu koku geçmişimin bir yerinde varmış gibi sanki.” Kerem kendisini tutamayıp ona sarıldı. Artık kurduğu planı işletmeliydi. Onu çalıştığı kliniğe yatırmaya ikna edecek, onun orada tedavi olmasını sağlayacak ve günün birinde her şeyi hatırlasın ya da hatırlamasın ölene dek onu yanından ayırmayacaktı. Yüzündeki leke, parmağındaki bakır yüzük, şimdi de kokusuna duyduğu bu heyecan. Kerem o kadına anne diyebilmek için bu üç delili yeterli saymıştı. Öyle ya da değil, bunu tedavi sürecinde anlayacak ya da hiçbir zaman öğrenemeyecek olsa da o kadını ölene kadar annesi gibi koruyup kollayacaktı. Nitekim öyle de oldu, onu ikna etmeyi başardı. O gün o konuşmanın sonunda kliniğe girişini yaptılar.
Yıllar içerisinde bunama hastalığına yakalanmış bu yaşlı kadını tedavi etmeyi başaran Kerem, onun annesi olduğundan kesin olarak emin oldu. Onu tedavi ederken, kendi alanında yeni yöntemler geliştirdi. Hatta bu sayede 2013 yılında Uluslararası Hizmet ve Araştırma Ödülü’nü kazandı. Kerem o kadının annesi olduğunu kesin olarak ne zaman mı anladı? Kerem’in oğlunu hastaneye getirip annesiyle tanıştırdığı gün. Safiye hanımın torunu Mustafa’yı görür görmez “oğlum, Kerem’im, geleceğini biliyordum, beni kurtaracağını biliyordum!” dediği gün…
Gamze Erkmen – edebiyathaber.net (3 Ocak 2015)