Fanzin: Yalnız at | Merve Soysal

Şubat 13, 1980

Fanzin: Yalnız at | Merve Soysal

merve soysalAllah’ım her yerde koli var. Düzensizce üst üste konulmuş koliler arasından bir koridor bulmaya çalıştım kendime. Mutfak eşyalarını en son toplamıştım, üzerine bozuk bir el yazısıyla “mutfak” yazdığım koliyi arıyordum. Daha ev olmayı hak etmemiş kapısı açık dairenin iki kat aşağısından nakliyatçının gür sesini duydum,

“Abla, ameleler yorulmuş, buradaki işimiz de bittiğine göre…”

“Biraz soluklanadursunlar, iki dakikaya çay demleyeyim, içsinler.”

Şehir yerinde işçilere işi bittiğinde teşekkür babında bir şeyler ikram etmek adetten sayılıyordu. Çoğu kişi en yakındaki fırına bol bol lahmacun yaptırıp giderayak karınlarını doyurmayı tercih ederdi ama İstanbul’dan Ankara’ya yeni gelmiş biri olarak yol iz bilmediğim için çayla yetineceklerdi. Nihayet çaydanlığı buldum, çay da şurada bir yerlerde olacaktı… Mutfağa yerleştirilmiş ocak henüz atıl vaziyetteydi. İki işçi mutfak kapısının eşiğinde belirmiş, bana bakıyorlardı. Telaşımı görünce “Sıkıntı yok abla,” diyerek hemen araya girdiler, piknik tüpü bir nakliyat kamyonunun demirbaşıymış meğer. Taşımak, bu insanların işleri olduğu kadar hayatlarıydı da, bu modern çağda göçebeliği temsil ediyorlardı adeta. “Malzemeleri ver bize, gerisine karışma,” dedi biri. Kolilerle başımın dertte olduğunu anlamış olmalıydılar. Çay paketini ararken fotoğraf kolime denk geldim. Aslında mesele, içinde fotoğraf olmayan bir koli bulabilmekti. İstanbul’dan ayrılırken benim için en zor şey fotoğraf stüdyomu kapatmak olmuştu. Çayı, şeker paketini ve bardakları hazırladım. İşçiler de bir koli kapağından tepsi yaptılar. Sessizce çıktılar mutfaktan, eminim aşağıdaki çimlerde bir gölgeye oturup tüpün üstünde demledikleri çay ile bütün günün yorgunluğunu bir nebze atmaya çalışacaklardı. Dairenin kapısını yarı aralı bırakmışlar, dışarıdan sıcak hava dalgası geliyordu. Yazın bu bunaltıcı sıcağı taşınmayı bir kat daha güçleştiriyordu. Canım kolileri açmak istemiyordu. Bir sandalye çekip oturdum. Elim eski bir albüme gitti ve rastgele bir sayfa açtım, albümde önceki sayfalara göz attım, daha önceki çocukluk fotoğraflarımı ve anılarımı hatırlamıyordum ama babamın boynundan eksik etmediği makinesi ile çektiği o fotoğraf doğrusu hayatımın olduğu kadar zihnimin de miheng taşıydı ve o an beni derinlere götürdü.

Bir memur ailesi olarak çok yer gezmiştik, hatırladığım kısımdan itibaren Bursa, Samsun, Muş, Kırıkkale Dört ya da beş yaşında olmalıydım; annemle  babamın tayinleri İnegöl’deki  bir köy okuluna çıkmıştı. Oradaki yaşama ayak uydurmaya çalışıyorduk. İlk başlarda “Pisiklet piniverem mi?” diyen çocuklara boş gözlerle baktığımı hatırlıyorum mesela. Tabi sonraları ben de “Pisikletimi arkadan itlesene…” diyerek  onlardan biri olmuştum. Bir gün bir haber yayıldı köye,  İnegöl’e panayır gelecekmiş diye. Köydeki çocuklar bu panayırdan başka bir şey konuşmaz oldular, onlarla birlikte büyük bir heyecanla panayırın kurulacağı günü beklemeye başlamıştık. Sonunda beklediğim gün geldiğinde bayram sabahıymış gibi erkenden kalkıp müsamere kostümümü giydirsin diye annemin yanına koşmuştum. Panayır alanına giderken yaşadığım coşkuyu hatırlıyorum. Babam yola çıkmadan önce de poz poz fotoğrafımı çekmişti, evden çıkarken de makinesi  boynundaydı. Panayır alanına geldiğimizde herkes oradaydı. Başka köy ve kasabalardan hatta Bursa merkezden bile gelenler vardı. Genci yaşlısı  merak içindeydi;  atlı karınca, dönme dolap, şarkı yarışması, futbol, hava kararmaya başlayınca da havai fişekler olacaktı. Ben her şeye ama her şeye enerjim tükenene kadar binmek istiyordum. Annem benim heyecanıma ortak olmuş gibiydi ama babam ya düşersin ya da çok pahalı diyerek işi yokuşa sürüyordu. Ama sonunda annemle işbirliği yapıp bize katılması için babamı da ikna etmiştik.

Babamın elinden tutarak panayırda neler var diye gezerken bir seyyar satıcının tezgâhındaki pembe-sarı-yeşil renkli bir top şekeri kestirmiştim gözüme. Babamın ceketinden çekiştirmeye başladım “Baba nolur, baba nolur…” diye. Tam deklanşöre basarken böyle müdahale ettiğim için albümde bir önceki fotoğrafın bulanık çıktığını fark ettim, fotoğrafa tekrar baktım, kadrajında siyah topuklu ayakkabılarıyla yürürken etrafındaki erkeklerin bakışlarını üzerinden alamadığı bir kadın vardı. Babam o an yakalanmış gibi hissedip bana dönmüştü, cebinden bir beşlik çıkarıp elime tutuşturdu. Koşarak şekerciye gidip, istediğim şekeri aldım. Para üstü olarak verdiği üç bozuk para ile babamı bıraktığım yere doğru giderken param çoğaldı diye seviniyordum. Her yer o kadar kalabalıktı ki, tanımadığım o kadar çok insan vardı ki, bir anda kaybolduğumu anladım.  Annem ve babam beni bırakıp gittiler diye ağlamama ramak kalmıştı. Tam o sırada neşeli bir müzik duydum ilerden, müziğin sesi beni  kendine doğru çekiyordu, önüne geldiğimde atlı karınca dönmeye başlamıştı. Gözlerimdeki bulut dönen atları görünce dağılıverdi. Çocuk aklı işte… “Atlı karınca mı babam mı? Atlı karınca mı babam mı?” diye düşünmüştüm. En iyisi annemi ve babamı bulup onları buraya getirmeye karar verdim. Belki babam atlı karıncaya binerken bir fotoğrafımı da çekerdi. Atlı karınca platformunun yanından arka tarafa doğru onları aramaya koyulmuştum, ıskartaya alınmış bir atın oracıkta beklediğini gördüm. Seslerden yavaş yavaş uzaklaşıyor, yalnız ata yaklaşıyordum. Bir anda babam çıktı karşıma, arkasından siyah topuklu ayakkabı giyen kadın çimenler üzerinde babamın peşinden koşmaya çalışıyordu, ama annem değildi o… Babam beni görüp deklanşöre son kez basmıştı, patlayan flaş ile şaşırmış, elimdeki şekeri yere düşürmüştüm, şekerimin bir yüzü kum ve minik taşlara bulanmıştı. Babam yanıma gelip “Annen nerde? Annen nerde?” diye soruyordu. Ben ise yere düşen şekerime üzülüyordum. Sesler yoktu artık… Yanımdaki atın gözlerinde yaşlar vardı. Boynuna sarıldım,  “ Yere düşen alınmaz,”  dedi bana. Ağlıyorduk, at “ Üzülme, yenisini alırsın,” diye karşılık verdi. Bir fotoğrafın böyle bir hikâyesi olabilir miydi? Vardı işte, bu fotoğraf benim hayatımın hikâyesiydi.  Fotoğrafçı olmamın da, 39’umda her şeye sil baştan başlamamın da sebebi bu fotoğraftı işte.

İşçilerin sesiyle bir anda kendime geldim. Birinin elinde boş bardakların olduğu karton parçasından tepsi, ötekinin elinde çaydanlık vardı. “Sağ ol abla,” dedi ikisi aynı anda.

Yanağımdan süzülen bir damla, yalnız atımın gözlerinin üzerine düşmüştü. Ellerimle sildim fotoğrafı.

“Afiyet olsun,” diye karşılık verdim.

“Abla işimiz bitti,” dedi çaydanlığı tezgâha koyan işçi.

“Peki, ben de geliyorum,” deyip ayağa kalktım.

İçimde telaşsız, dingin bir sevinç vardı. Fotoğrafa yeniden baktım, “Burası yalnız atın yuvası olacak,” dedim kendi kendime. Sonra da geçmişe gülümsedim.

Merve Soysal – edebiyathaber.net (25 Şubat 2016)

Yorum yapın