İş için geldiğim Anadolu’nun bu küçük ilçesinde birkaç ay kalıp dönecektim. Burası daha önce adını bile duymadığım bir yerdi; herhalde bulmacalarda bile sorulmuyordu ki rastlamadım. O yıllarda yoğun iş seyahatlerimde bol bol bulmaca çözüyordum. Kaldığım otellerde, bekleme salonlarında, otogarlarda, otobüslerde iş dışında kalan tüm boş zamanlarımı bulmaca çözerek değerlendiriyordum; en çok bulmaca eki olan gazeteleri alıyor, onların tükendiğinde gazete bayilerinden aldığım bulmaca kitaplarını doldurmaya başlıyordum, böylelikle kafam hep meşgul oluyor, yorgunluğum azalıyor, seyahatlerin ağır yükü hafifliyordu.
Geldiğim şehirlerde ilk olarak kalacağım otele gider yerleşirim; uygunsa otelin penceresinden, balkonundan yüksekten şehri seyrederim, şehrin havasını almaya çalışılırım. Her şehrin ayrı bir havası, ayrı bir kokusu, ayrı bir rengi ve insanda farklı duygular uyandıran bir dokusu vardır. Bazı şehirlerde otobüsten iner inmez bu duygular içinize yerleşiverir, yıllardır orada yaşıyormuşsunuz gibi hiç yabancılık çekmeden, şehirdeki her yeri sanki daha önceden görmüşsünüz gibi bulursunuz, kimseye sormaya gerek duymadan yerleşiverirsiniz. Bazı şehirler kendini saklar, belli etmez. Onun duygularını yakalamak için içine girmeli ve her köşesini gezmelisinizdir; uzaktan hissedemezsiniz onu, içinde bir yerde kalbi kırık bir çocuk gibi gizlenmekte, sizin ona gelmenizi beklemektedir… Kimi zaman kıyıda kalmış, artık kullanılmayan eski bir çeşmede bulursunuz onu, kimi zaman yıllarca el emeği ürünlerle şehre hayat vermiş, şehrin tüm geçmişinin izlerini taşıyan bir iş hanında. Oraya geldiğinizde şehre dokunmaya başlar, gönlünü kazanırsınız.
Bu küçük ilçe de gelir gelmez beni bekliyormuş gibi hissetmiştim. O yüzden yerleşiverdim buraya. Kaldığım otelin arkasından akan nehrin sesi odamın içine kadar geliyordu, burada gecelerime bu sesin eşlik edeceği belliydi; etrafta dağlar şehri koynuna almış kimseye vermemeye çalışıyor gibiydi. Şehre bahar gelmiş, nehrin kenarlarındaki bahçeler çiçeklerle süslenmişti, dağları bembeyaz kar hala terk etmemişti.
Bir süre sonra şehrin meydanının karşısında gelir gelmez gözüme çarpan lokantadaydım. Böyle yerlerde hemen yabancı olduğunuzu anlarlar ve soru sormaya başlarlar. İlk soru nereli olduğunuzdur, ardından mesleğiniz sorulur, sonra şehir tanıtılmaya başlanır, şehrin en güzel özelliğinden başlanarak anlatılır; tabii soruyu soran kişinin sizin memleketinizle ilgili bir anısı yoksa, eğer öyle değilse sohbet kısa sürer, ama genelde ya sizin memleketinizde çalışmıştır, ya askerlik yapmıştır ya da en klasiği askerdeki bir arkadaşı sizin memleketinizdendir ve sanki siz onu tanıyacakmışsınız gibi size sorular sorar, son çabası da size yaşadığı yeri sevdirmek olur, onu da atlattığınız da sohbet tamamlanmış olur. Her şehirde aynı şeyleri yaşadığımdan bu fasılları kolayca atlatmış, yemeğimi yedikten sonra kısa bir şehir keşif turu yapmıştım. En son olarak otelin hemen bir yan sokağında gördüğüm terziye pantolonlarımı ütületmek için uğramıştım. Lokantadaki sohbetin aynısını yaşlı terziyle ve daha kısa cümlelerle tamamladıktan sonra otele döndüm. Biraz nehir sesi dinledim, bulmaca çözdüm, uyudum.
Akşama doğru tekrar pantolonları almak için terziye gittiğimde daha önceki gelişimde fark etmediğim bir şeye dikkat ettim. O kadar çok kıyafet özellikle de ceket vardı ki, yaşlı terziye biraz şakayla karışık, ceketleri göstererek “ İşleriniz iyi galiba” dedim. Yaşlı terzi elindeki işini hiç bırakmadan, gözlüklerinin üzerinden kısa bir an bana bakarak,
“Çok şükür iyi, hamdolsun” diye cevap verdi. Ancak benim incelemem devam ediyordu, her şeyin hazır ve ucuz olarak satıldığı bu zamanda nasıl oluyordu da insanlar terziye kıyafet diktiriyorlardı? Bu soruyu sormadan oradan ayrılsaydım o şehre dair hiçbir şey öğrenmemiş olarak ayrılacaktım. Terzinin ısrar etmesine gerek kalmadan kabul ettiğim çay teklifi sayesinde aklımdaki sorunun cevabını öğrenebilmiştim. Tüm ömrünü babasından devraldığı bu mesleği yaparak geçiren terzi şehre dair her şeyin en önemli belgesi ve bu şehrin yaşayan bir tarihiydi.
Önce diktiği ceketlerden birini alıp göstererek söze başladı; “Bak, bu ceket sana dışarıdan farklı görünmeyebilir, ama çok farklı, mağazalarda satılan ceketler bizim buranın insanına olmaz. Evet onlar daha ucuz, kumaşları kaliteli, ama bizim insanımızın üzerine uygun değil…”
Bu cümleyi duyduğumda çok şaşırdığımı ve önce inanmadığımı söylemeliyim, insanlar burada farklı mıydı, her bedene uygun ceket yapılıyordu, dünyanın her yerinde bu insanlar hazır ceketler giyiyorlardı, bir tek bu küçük şehirdeki insanlara mı uymuyordu ceketler? Beni kandırdığını hatta kendi işini devam ettirmek için müşterileri kandırdığını düşünmüştüm.
O ise konuşmasına ilk andaki ciddiyetiyle devam ediyordu. “Bak şu dağlara, her yeri kayalarla kaplanmış; buradaki insanlar yıllardır çok küçük yaşlarından itibaren orada taş ocaklarında, omuzlarında kaya taşıyarak yaşarlar, neredeyse tüm gençliklerini kaya taşıyarak geçirirler. Bak sokaktaki insanlar bir tarafa doğru eğik yürüyorlar, taşıdıkları kayalar onları bu hale getiriyor, ben burada onların bu kusurlarını diktiğim ceketlerle örtmeye çalışıyorum…”Bu cümlesini tamamlamadan benim şaşkın bakışlarıma elinde tuttuğu ceketin sağ omzunun iç bölümünü gösterdi; “ Bak, burada çift vatka var, diğer tarafta tek…”
Şaşkınlığım devam ediyordu, ne diyeceğimi bilemeden öylece bakıyordum. Gerçekten de ceketler kişiye özel yapılıyor ve onların yıllarca çalışmanın vücutlarına verdiği tahribatı kapatmayı amaçlıyordu. Ömrümde ilk kez böyle bir şeye tanık oluyordum. Bu terzi dükkânının şehrin kalbi olduğunu hissetmiştim, insanlara hayat veren yer burasıydı; burada yıllarca en ağır işlerde çalışan insanların tüm sıkıntıları, yaşamlarına ait en mahrem duyguları vardı, şehir burada kendini anlatıyordu.
Terziden hemen ayrılamadım, biraz daha orada kalmak ve şehrin kalbini dinlemek istiyordum. Yaşlı terzi bir sürü olay, öykü anlattı; ama benim aklım ve gözüm etrafta asılı olan ceketlerdeydi. Şimdiye kadar hiçbir kıyafeti böyle düşünmemiştim, gidip mağazadan bedenimize uygun olanı alıyor, en fazla boyu uzun gelen olursa paçalarını kestiriyordum; bir ceketin şehrin tüm tarihini anlatabildiği, insanlara ait bir sürü öykü gizlediğini hiç düşünmemiştim.
Ayrılırken gözüm yine ceketlerdeydi, son anda aklıma gelip vitrine baktığımda köşede küçük, eski bir tabelada Hayat Terzisi yazıyordu.
Fazlı Levent Oğuz – edebiyathaber.net (2 Haziran 2012)