Çığlığı duyar duymaz koştum. Sabahın bu saatinde kütüphane çalışanlarından fazla gelen olmamıştı daha… Temizlikçi kadın kitaplıkların tozunu alırken ayağına takılanı görünce çığlık atmıştı. Oraya vardığımda temizlikçi kadın, donmuş bir şekilde, gözlerini kocaman açmış, elleri ile sıkıca başını tutmuş, yere, yerde yatan ona bakıyordu… Nasıl bu kadar soğuk- kanlı olabildiğime inanamıyorum… Eline bir şey batsa çığlık atan, köpek görse korkup kaçan ben, o anda önce donmuş durumda duran kadına sert bir tokat attım, kendine gelmesini sağlayıp oradan uzaklaştırdım, döndüğümde yerde, betonun üstünde kıvrılmış yatan cesede baktım; anne karnında bir bebeği andırıyordu, incecik, zayıf orta yaşlı bir adamdı, sakallarının arasından bembeyaz yüzü görülüyordu… Etraf kalabalıklaşmış, bağrışmalar artmış, tam olarak anlayamadığım bir gürültü, uğultu duyulur olmuştu… Ben hala yerde yatan cesede bakıyordum.
Yıllardır bu kütüphanede çalışıyordum, yüzü hiç yabancı gelmiyordu ama onu tanımıyordum, polislere de aynı şeyi söyledim, devamlı gelen birisi olsa tanırdım dedim. Üzerinde kimlik yokmuş, cüzdanından eski, siyah beyaz bir bebek resmi çıkmış. Polisler her yeri aradılar ama başka hiçbir ipucu bulamadılar. En sonunda yatacak yeri olmayan, sokakta yaşayan birisi olabileceğine karar verdiler. Kütüphaneye yatmak için girmişti, ölüm nedeni ise açlık ve gıdasızlık olarak kayıtlara geçmişti. Polisler kütüphanede kırılmış bir cam, kapıda bir zorlama izi ve cesede ait bir parmak izine rastlamamışlardı. Kimliği tespit edilememiş, yapılan araştırmalarla da hiçbir yakınına ulaşılamamıştı. Bu meçhul adamın dosyası böylece kapanmıştı.
**
Aradan geçen bu altı aylık zamanda aramızda bir sürü konuşma geçmiş, ilk zamanlar kütüphane çalışanlarının gündemindeki yerini korumuş, bu meçhul kişi için yüzlerce öykü yazılmış, daha sonra yavaş yavaş unutulmaya başlanmıştı. Taa ki… Kitap sayımı yaparken, eski, kullanılmayan kitapların arasında bir ajanda bulunuluncaya kadar.
Sayım sırasında eski, düzenlenmesi yapılacak kitapların arasında bir ajanda geçmişti elime, tek başınaydım, çalışanlardan birine ait olacağını düşünüp masamın çekmecesine koymuştum, sanırım birkaç gün de orada unutmuşum.
Her cumartesi çıkmadan çekmecemi açar, unuttuğum bir şey var mı diye bakar, öyle çıkardım. O gün de öyle yaptım ve ajanda işte o zaman elime geçti, hemen hatırladım ama artık çok geçti, herkes çıkmış ve kütüphanede bekçi ile ikimiz kalmıştık. Birden sanki içimde bir şeyler hareket etti ve bir el beni o ajandanın sayfasını açmaya itti, önce ilk sayfasını açtım, çalışanlardan birisine aitse ve adını yazmışsa yerine bırakıp pazartesi hemen ona verecektim. Ama ilk sayfa boştu, diğer sayfayı açtığımda güzel bir el yazısı ve ıslanmış mürekkebi birbirine karışmış yazılarla karşılaştım, işte o an merakım arttı ve yazıları okuma konusunda kendimi tutamadım.
“Bu gün üç ay oldu. Neredesin? Sizi aramadık yer bırakmadım. Özledim. Artık nereye bakacağımı kime soracağımı bilmiyorum. İşten ayrıldım. Çalışmıyorum. Sizi bulamayacağımı anladığım günden beri evden hiç çıkmıyorum. Belki pişman olur dönersiniz. Bu küçük penceremizin önünden ayrılmıyorum. Hani şu dışarıyı seyrettiğimiz, kar yağarken birlikte hayaller kurduğumuz pencereden.. sanki karşıdan gelecekmişsiniz… El ele kızımla… Marketten döner gibi dönecekmişsiniz gibi geliyor. Bu umut olmasa yaşayamam. Şimdi sadece sizi..” cümlenin burasından sonrası okunmuyordu. Bir anda başımı kaldırdığımda, bekçinin iki metre öteden beni izlediğini fark ettim, benim fark ettiğimi anlayınca “Ayten Hanım işiniz çok mu, çıkmıyor musunuz?” diye sordu.
“Tamam çıkıyorum, işim yok” cevabını verdim ve ajandayı çantama koyup kütüphaneden çıktım. Bu durumda ajandayı polise götürmem gerektiğini biliyordum, ona ait olduğu belliydi, o meçhul adama… Onu ilk bulduğumuz an geldi gözümün önüne; anne karnında bir bebek gibi kıvrılmış yatan, bu halinde duygusal bir şey olduğu belliydi, ölümü yaşamının bir özetiydi sanki… Ne yaşamışsa, ne acılar çekmişse onun için ölmüştü sonunda. Uzun zaman onun kim olduğunu düşünmüştük, neden kütüphanede ölmüştü? Sokakta yaşayan insanlar genellikle köprülerin altlarında, yol kenarlarında, oto parklarda, oyun parklarında bekçiler tarafından ölü bulunurdu. Kütüphanede ölen birine ilk kez tanık olmuş, daha önce benzer bir ölümü gazetelerde bile okumamıştık. Hepimizi şaşırtmasına, meraklandırmasına karşın her şeyi olduğu gibi bunu da unutuveriştik.
Eve gidiyordum. Sanki ayaklarım beni eve sürüklüyordu. “İnsanların ölümleri yaşamlarına benzer” aklımda bu cümle vardı, nerden duymuştum, hangi kitapta okumuştum bilmiyorum, ama bu cümleyi tekrar edip duruyordum. Yıllarca birçok hikaye, roman okumuştum; şimdi tam da o romanlara ait bir kahraman gibi hissediyordum, gizemli bir cinayeti çözecek olan sıradan bir kütüphane memuru. Eşinden ayrılmış, çocukları yurt dışında, yalnız, arkadaşları dışında kimseyle görüşmeyen benim gibi orta yaşlı bir memurun ayağına gelmiş en büyük heyecandı bu. Eşimden ayrıldıktan sonra nerdeyse tamamen eve kapanmıştım, hayatımda hiçbir farklı heyecan kalmamıştı, okuduğum kitaplar ve bir de saçımın şekli ve boyası dışında neredeyse hiçbir değişiklik yaşamıyordum. Bu ajandada sanki benim okumam gereken bir şey vardı.
Eve vardığımda üzerimi bile değiştirmeden masaya oturdum. Hemen ajandayı açtım, sayfalarını hızlı hızlı çevirmeye başladım. Bazı sayfalar boştu, bazılarında bir kelime, bazılarında bir cümle, bazı sayfalarda da bir ya da iki paragraftan oluşan farklı kalemlerle ama aynı el yazısıyla yazılmış yazılar vardı. İkinci sayfayı açtım, şunlar yazıyordu.
“Gittiğinden beri kitap bile okumuyorum. Buna inanmayacaksın biliyorum. Ömrümde ilk defa bu kadar uzun süre kitap okumadım, başka da yapacak bir şeyim yok, sen yoksun.. kızım yok… Kızımın bende kalan kıyafetlerine sarılıp yatıyorum, kaç gündür uykusuzum bilmiyorum.
Siz gittiğinizden beri evde hiçbir şeye dokunamadım, her yere sinmiş kokunuz beni çıldırtacak. Daha ne kadar buna dayanabileceğimi bilmiyorum.”
İkinci sayfa böyle bitiyordu. Kitap tutkunuydu, şimdi ölüm için kütüphaneyi seçme sebebini anlayabiliyordum. İntihar etmemişti, son ana kadar eşini ve çocuğunu beklemiş demek. Ben de bu hale düşebilir miydim? Ben o adamı bu kadar sevmiyordum, evet bir zamanlar sevmiştim ama yıllar geçtikçe dayanılmaz biri olmuştu. Eşini bu kadar seven bir adamı, o kadın neden terk etmişti? Şimdi aklımdaki soru buydu. Biz öylesine kavgalar etmiştik ki artık sevecek halimiz kalmamıştı, hatta birbirimizden nefret eder olmuştuk bile.
Üçüncü sayfaya geçmeden bir bardak su içtim, üzerimdekileri değiştirdim, yüzümü yıkadım, bir şeyler yiyecek durumda değildim, kendimi yorgun hissediyordum, dolaptan elma aldım, yıkadım, yemeye başladım.
“Artık bu evde duramam, gelmeyeceksiniz, sen inatçısındır, şimdiye dek dönmeğinize göre gelmezsiniz, artık burada yalnız yaşayamam, her an sizin kokunuzu duyup sizden ayrı duramam.. ne olursa olsun bunları hak edecek biri değilim ben.. evet hatalarım oldu, seni ihmal ettim, çocuğumla da ilgilenmedim belki, ama terk edilecek biri değilim ben, sizi sevmekten hiç vazgeçmedim ve ömrüm boyunca seveceğim.”
Elimdeki elmanın yarısını yenmiş olarak masaya bırakmıştım. “Sorunlu bir evlilik daha” dedim, kendi kendime.. artık anlar gibiydim. Bir sürü sorunlu evliliğe tanık olmuştum, arkadaşlarımın birçoğu boşanan kadınlardı zaten. Bu kadar güzel başlayan ilişkiler nasıl öyle sonlanıyordu? Bu sorunun cevabını verebilmiş değildim. Boşandıktan sonra bir süre gittiğim terapist beynimi bu konuda çok yormuştu, bir sürü gerekçe sıralamış, benim normal hayata devam etmem gerektiğini vurgulamış, modern toplumun bir sürü sorunundan bahsetmişti… Sanki karşımda konuşan bir kitap vardı, aynı durumdaki bir arkadaşım söylemişti bunu, onunla da orada tanışmıştık zaten; “Bilseydim modern toplumun sorunları ile ilgili sesli bir kitap alırdım, bu kadına o kadar para vermezdim demişti” Kadın modern toplumla bozmuştu, biz içimizde olanları merek ediyorduk, dur diyemediğimiz şeyleri, öyle ya o kadar severken bir birimize nasıl küfür edip bağırır hale geliyorduk?
Buradan sonraki sayfalardaki yazılar daha özensiz, farklı renk kalemlerle daha kısa yazılmıştı. Sonraki üç sayfa söyleydi;
“Her şeyi bırakıp gidiyorum. Bu duruma düşeceğimi biliyordun. Sensiz yaşayamayacağımı biliyordun. Bile bile beni ölüme ittin. Hoşça kal .. ”
**
“ Artık her şey bitti”
**
“Kızım… Gülsümüm … Herşeyim… Beni unutma…”
Evden ayrılmıştı herhalde, nerede yaşıyordu? Sokakta mı? Ne zamandır kütüphaneye geliyordu acaba? Böyle birini fark etmemiş olmam çok garipti, her gün geliyor olsa mutlaka fark ederdim, hep aynı kıyafeti giymiş olmalıydı… Belleğimi zorladım ama, yüzündeki tanıdık ifade geliyordu gözlerimin önüne… Onu hiçbir yerde düşünemiyordum. Hafızama güvenirdim aslında, yıllarca kütüphaneye gelip gidenleri tanırdım, bir gördüğümü bir daha unutmazdım, kütüphanedeki kitapların yerlerini ezbere bilirdim. Ancak onu kütüphanenin hiçbir köşesinde otururken görmemiştim.
“Her şeyin başladığı yerdeyim artık. Seninle ilk tanıştığımız yerde. Bakışlarımızın ilk kez birleştiği, ellerimizin titrediği yerde… Zamanın durduğu, dünyanın artık bizim için dönmeye başladığı yerde.”
İlk tanıştıkları yere gitmişti, hiç unutulmayan yerlerden birisiydi. Belki bir park, çay bahçesi, okul kantini… Bireysel tarihimizin unutulmaz mekanlarından biri . Mekanların öyle kitapları olsa keşke, bilmem ne çay bahçesinde aşık olanlar kitabı… Yıllar öncesinden aşık olan insanların orada yaşadığı duyguları anlatsalar o kitapta. O mekanlara yerleşmiş aşkları okuyabilsek… Ne güzel bin bir gece masalları gibi her aşkın da masalı yazılsa… O zaman belki bu ayrılıklar bu kadar yaşanmazdı.
Defteri elimden bıraktığımda kafamda bunlar vardı. Bunları düşünürken dolabı açtım, dünden yarım kalan çorbayı aldım, ısıtmak için ocağa koydum, çorbanın başında ısınmasını bekledim, masaya gelip çorbayı içerken, ilk satırdan itibaren okuduklarımı düşündüm. Çorbamı içip, tabağı kaşığı kaldırınca okumaya devam ettim.
“Aşılamayacak sorun yoktur hayatta. Benim hala gücüm var buna. Sen bırakıp gitmeseydin her şeyi yoluna koyabilirdim. Daha çok para kazanmak için ek iş bile yapabilirdim… Çocuğumuz için senin için yapamayacağım şey yoktur benim. Yeniden eski günlere dönebilirdik. Bunu biliyorsun. Bu şehirden gidebilirdik, bizi bu hale getiren her şeyden kurtulabilirdik. Gitmeseydin… Gitmeseydin…”
**
“Eve gelmediğin belli… Gelmiş olsan beni burada bulabileceğini biliyorum, benim başka gidecek hiçbir yerim, hiçbir kimsem olmadığını bilirsin. Kitaplar… Onlar da olmasa nereye sığınırdım?”
Bu sayfaları okuduktan sonra kütüphaneye gelmiş olduğunu anlamıştım. Kütüphane- de yaşamış olmalı, gizli bir yolla biz çıktıktan sonra oraya giriyor ve sabah kütüphane kalabalıklaşınca dışarıya çıkıyor olmalıydı. Parası bitinceye kadar böyle yaşamış, sonra da açlıktan, gıdasızlıktan can vermişti. Ajandayı da eski kitapların olduğu yere saklamıştı, kimliğinin açığa çıkmasını istemiyordu; eşinin ve çocuğunun, öldüğünden haberdar almasını istememişti.
“Yapamıyorum”
**
“Kızım Gülsüm… Neredesin”
**
“Tükendim”
**
“Yine kar yağıyor
Gözlerim pencerede
Gözlerim sende
Gözlerin…”
Boş bırakılmış sayfalardan sonra böyle bazen şiirsel, bazen tek kelimelik ifadelerden oluşan bölümler var. Sayfalara bazen çapraz bazen düz yazılmış. Yazıları daha da bozulmuş, sanki yavaş yavaş bilincini kaybetmiş, anlamını tamamlamayan sözcükler yerleştirilmiş.
“sokak boş.. sen .. kimse yok”
**
“Gülsüm”
**
“Kızım”
**
“Neredesin ”
…
Defteri pazartesiye kadar defalarca okudum. Kendi hayatımı, onun hayatını, arkadaşlarımın hayatını düşündüm durdum. Modern hayat diyen sesli kitap terapistimin söylediklerini hatırladım. Yine de anlayamadığımı, cevap veremediğim bir sürü soru kaldı aklımda. Galiba her şeyin cevabı yok insan hayatında, hayatımızın bir kısmı sadece sorulardan oluşuyor, bazen boşuna cevap arayarak bir birimizi yıpratıyor, sevgilerimizi öldürüyoruz. Cevapsız sorularla yaşamayı öğrendiğimizde ise çok geç kalmış oluyoruz.