Jaguar’dan çıkan hemen her şeyi okumaya çalışıyorum. Felaketzedeler Evi’nin arka kapak yazısını da görünce kitabı vakit kaybetmeden alıp okudum. Kırk yedi yaşında intihar eden Kübalı yazar Guillermo Rosales, kitapta mekân olarak ağır şizofreni nedeniyle yatırıldığı yere benzeyen bir bakımevini seçiyor kendine. Baş karakter William Figueras, yine Rosales gibi Küba’dan Miami’ye gelmiş sürgün bir yazar. Figueras kitapta, “Siyasi sürgün değilim. Topyekûn sürgünüm. Başka bir yerde, sözgelimi Brezilya, İspanya, Venezuela ya da İskandinavya’da doğmuş olsaydım oranın sokaklarından, limanlarından ve çayırlarından da kaçıyor olurdum diye düşünüyorum bazen.” diye anlatıyor bu sürgünlüğü.
Yayınevi tarafından sonsöz olarak sunulan, Ivette Leyva Martínez’in Guillermo Rosales ya da Entelektüel Öfke başlıklı araştırmasında roman şu cümlelerle çok güzel özetleniyor: “Felaketzedeler Evi (Bakımevi), hayatın insanı dehşete düşüren bir boyutunu aktarıyor. İnsan hallerinin en karanlık köşelerine yapılan, pek az kişinin kayıtsız kalabileceği bir yolculuğun hikâyesi. Hikâyenin kahramanının yaşadığı mekânı biçimlendiren şeyler, aşağılanma, ahlaksızlık, leş kokusu ve fiziksel suiistimal. Sinir hastası olan yazar William Figueras’ın bir toplumsal süprüntü çöplüğünün, bir sefil barınağının boğucu atmosferinde yaşadıklarının katıksız bir doğrulukla hikâye edildiği yüz sayfa boyunca, ne merhamete ne de umuda tanık oluyor okur. (…)“Bakımevinde kalan sefillerin arasındaki ilişkileri, günlük basit alışkanlıklar biçimlendirmektedir: yemek, uyumak, fizyolojik ihtiyaçların karşılanması, cinsel ilişkide bulunmak. William Figueras, diğerlerini duygusuzca gözler, batakhane hayatının dayattığı merhametsizlik çerçevesinde onlarla etkileşime girer. Âdeta şiddet salgılar roman.” Bir süre sonra bakımevinde Francis’le tanışması üzerine, “Güzel bir sabah. Uzun zamandır ilk kez mavi gökyüzüne, kuşlara, bulutlara bakıyorum. Kahve içmek, sigara yakmak, gazeteye göz atmak, hepsi zevkli bir şey oluyor ansızın. Uzun zamandır ilk kez, sırtımdaki muazzam yükün kalktığını hissediyorum.” diyen, Beatles şarkıları mırıldanmaya başlayan William Figueras’la karşılaşsak da bu “şiddet salgılayan” romanda sağlıklı bir ilişkiye tanık olamıyoruz.
Rosales’in, Felaketzedeler Evi’nin nefretle yazılan bir roman olduğunu kendisinin de kabul ettiğini; gerçekliği bir felaket olarak algıladığını ve yazarın nihilizme yatkınlığını yine sonsözde okuyoruz. “Hem komünist hem de kapitalist toplumda yaşamış, her ikisinde de kayda değer bir nitelik bulamamış insanın deneyimi, tehlikeli olacaktır elbette. Benim mesajımın kötümser olması doğal. Gördüğüm, çevremde öteden beri tanık olduğum şeyler, bundan ötesine olanak tanımıyor. Tanrı’ya inanmıyorum. İnsana inanmıyorum. İdeolojilere inanmıyorum.” diyor Rosales.
Bu doğrultuda, William Figueras’ın Küba’yla ilişkisine dair, Martínez’in deyimiyle “ızdırap ve istihzayla yapılan göndermeler”e kitabın birçok yerinde rastlıyoruz. Mesela yirmi üçüncü sayfada şöyle diyor Figueras: “İşte huzurlarınızda El Puma! Joyce’un kim olduğunu bile bilmez. Bu, umurunda da değildir. Coleridge’i asla okumayacak, buna hiçbir zaman ihtiyaç duymayacak. Karl Marx’ın 18 Brumaire’ini asla çalışmayacak. Hiçbir zaman çılgınca, her şeyi göze alarak bir ideolojiye bağlanmayacak; hiçbir zaman onun ihanetine uğradığını hissetmeyecek. Arzuyla, sıkı sıkıya bağlandığı bir düşünce asla kalbini paramparça edemeyecek. Lunaçarski, Bulganin, Troçki, Kamenev ya da Zinoviyev’in kim olduğunu asla bilmeyecek. Bir devrimin üyesi olma sevincini ve onun tarafından yok edilmenin ızdırabını hiçbir zaman yaşamayacak. Sistemin ne menem şey olduğunu, nasıl işlediğini asla bilmeyecek.” Yirmi dokuzuncu sayfada Figueras, bakımevindeki “sonradan düşkünleşen soylu hanımefendi” Ida ile konuşuyor ve düşünüyor: “Benim komünist olduğum yıllarda, o bir burjuvaydı Küba’da. Komünistle burjuva, aynı yerdeyiz şimdi. Tarih, aynı mekânı uygun görmüş bize: bakımevi.” Kırk dokuzuncu sayfada ekliyor: “Kendi odama gidip yatağa seriliyorum. Mavi, boyası pul pul dökülmüş, minicik hamam böcekleriyle kaplı tavana bakıyorum. Sonum bu benim. Ben, on beş yaşındayken Proust’un yazdığı her şeyi, Joyce, Miller, Sartre, Hemingway, Scott Fitzgerald, Albee, Ionesco ve Beckett’i okumuş olan William Figueras… Bir devrimin ortasında cani, tanık ve kurban olarak yirmi yıl yaşamış olan William Figueras… Pekâlâ.” Ancak Fidel Castro ile ilgili rüyayla ve La Libertaria (1) isimli kafeteryanın sahibi, eski devrimci Montoya’nın anlattığı anekdotla, Guillermo Rosales bu nispeten örtülü müstehzi ızdırabını açıkça seriyor okurunun önüne. William Figueras’ın Francis’i bulmasıyla birlikte, içinde ansızın büyüyen tutunma isteğinin bile ne kadar cılız olduğunu, mırıldandığı şu şarkı sözlerinden anlayabiliyoruz:
He’s a real nowhere man
Sitting in his nowhere land (2)
Okur, kitabın sonuna doğru Figueras’ın Francis ile yaşamak için bakımevinden ayrılmak ve bir ev kiralamak istemesi üzerine, bundan sonraki süreç için -temkinli de olsa- biraz ümitlenmeye başlıyor. Ancak çok değil, sadece birkaç sayfa sonra bakımevinden Francis’i de çıkarmak isteyen Figueras’ın polis tarafından alıkonulduğunu ve hastaneye yatırıldığını öğreniyoruz. Figueras bakımevine geri döndüğünde ise Francis’in annesi tarafından New Jersey’e götürüldüğü ortaya çıkıyor. Ya sonra?
Sonra Francis’ten önceye dönüyor her şey. Aynı nefret, aynı hırs, aynı merhametsizlik. “Derin bir nefes alıyorum. Hep aynı hıyarlık.”
Notlar
(1) Özgürlükçü
(2) Gerçekten hiçbir yere ait o
Hiçbir yerde yaşıyor
edebiyathaber.net (7 Kasım 2022)