Söyleşi: Mehmet Özçataloğlu
Buhranlı günler devam ediyor. Baştan biraz cazip gelse de havaların ısınmasıyla birlikte biraz can sıkmaya başladı. Filmler, diziler de bir yere kadarmış. Şimdilerde gözümüz de gönlümüzde kıyılarda. Bir an önce kucaklaşalım istiyoruz artık. Sıkıntılı sürecin içerisinde ilerlerken bir başımıza, Tudem Yayınları tarafından yayımlanan “Kış Ülkesi Çocukları”nı ve bugünkü hallerimizi Ferda İzbudak Akıncı ile konuştuk.
Her kitabın bir yazılma nedeni, bir öyküsü vardır mutlaka. Bu kitabı size yazdıran ne oldu?
Dünyada işlerin iyi gitmediğini fark etmeye başlamışım demek ki. Doğayla girişilen bu olumsuz, dışlayan, yok edici savaşın gidişine eleştirel bakmışım. Bir rahatsızlık duymuşum. Sanatçı öngörüsü diyelim. Aslında elbette bunun farkında olan insan çok. Ama yazarın elinde kalem var. Bunu ne için kullanacak? Yeni hayatlar, yepyeni dünyalar kurmak için. Hep daha iyi ve daha güzel olanın peşinde olacak. Benim için yazmak, edebiyat böyle bir şey. İlk baskısı 2008 yılında yapılan bu kitaba dönüp baktığımda, doğayı kucaklamak, teknolojiyi yararlı işler için kullanmak ve bunun için de savaşlardan, silahlardan vazgeçmek gerektiğinin altını çizdiğimi görüyorum.
Kış Ülkesi Çocukları, ilgi çekici bir isim. Şimdilerde bizim de böyle bir ülkenin yaşayanı olduğumuzu düşünüyorum. Dışarıda ilkyaz geldi geçti, yaz geldi fakat biz hâlâ kışta gibiyiz. Ruhlarımız üşüyor adeta. Kış Ülkesi, Yaz Ülkesi ve diğerleri. Nasıl bir gezegen burası?
Bir toz ve gaz bulutundan ormanlarla, okyanuslarla kaplı, yağmurları, yazları, kışları olan, yaşam barındıran bir gezegene dönüşen dünyamız, canlılar için pek çok fırsat sunuyor aslında. Türlerinin gelişmesi ve sürmesi için. Ama aynı zamanda evrenin mini minnacık bir üyesi gezegenimiz. Ve biz, kendimizi tüm canlılardan üstün görmek, hatta dünyanın sahibi sanmak gibi yanlış bir yola saptık. Bu egosantrik dünya görüşünün bizi sürükleyebileceği uç noktalardan birindeyiz şimdi. Ne olduğunu çözüp çözemememiz hiç önemli değil bence. Gözle görülmeyecek küçüklükte, canlı mı cansız mı olduğu bile tartışmalı bir virüs, bugüne kadar öğrendiğimiz tüm yaşam pratiklerini geçersiz kılmış durumda. Milyarlarca insan eve kapandı. Doğaya, deniz kıyılarına, akrabalarının yaşadığı köylere, yazlıklarına kaçmak için fırsatlar arıyor. Yarattığı, hayran olduğu yapay dünyadan kurtulmak için çaba harcıyor. Büyük emeklerle kurduğu kentleri terk etmek istiyor. Kapandığı evde ekmek pişiriyor. Sosyal medyaya bakınca, Kış Ülkesi Çocukları’ndaki Merkür’ün değirmeni geliyor aklıma. Ve orada macera aramak için kalan çocukların, açlık tehlikesi belirince, değirmendeki unlardan ekmek yapmaya çalışmaları… Hayatta kalmak için. Aslında insanın en büyük macerası bu. Bütün dünya evde ekmek yapmayı öğreniyor şimdi. Çünkü unuttu. On on iki bin yıl önce Tarım Devrimi yaptığını, çiftçiliği öğrendiğini, bağ, bahçe, köy kurduğunu, yaşamını böyle sürdürdüğünü, nüfusunun böyle arttığını unuttu. Şimdi bunları yeniden öğrenmek zorunda kalıyor.
Ana karakterler Güneş ve Işık. Bu isimlerin altında bir mesaj var gibi. Sizden dinlesek bu seçimlerin nedenini?
Kış Ülkesi Çocukları, yaşam iklimlerini değiştirebilmenin romanı. İçeriğe gönderme yapan bir adı var. Karakter adlarına gelince… Bazen hiç düşünmeden, konuyla birlikte geliyorlar metne. Bütünün bir parçası olarak. Güneş ve Işık isimleri de böyle. Çocuklar aydınlığın kendisidir. Umuttur. Gelecektir. Roman ilerledikçe, hep yıldız, gezegen adları taşıyan kahramanlarla karşılaşıyoruz. Bence küçük bir anımsatma bu. İşte o mini minnacık gezegen aracılığıyla, evrenin bir parçası olduğumuza dair…
Kitabın sonuna doğru yoğun bir astronomi ile karşılaşıyoruz. Özel bir ilginiz var mıdır bu alana, yoksa kitap için bir süreliğine mi ilgilendiniz?
Bilim hep ilgimi çekti. Gökbilim de. Heyecanlanıyorum yıldızlara bakarken. Ama seçtiğimiz, seçmek durumunda kaldığımız alanlar var. Benim alanım edebiyat. Yalnız bilimden ve gerçeklerden kopuk sanata gönül vermiş biri olmadığımı söylemeliyim. Yazarken, ayaklarım er geç yere bassın isterim. Arada ne kadar uçarsam uçayım. Ki bu uçuşlar da en güzel yanlarındandır edebiyatın.
Yaşadığımız günlerle birlikte doğada neden olduğumuz yaraların sarıldığını da gördük. Kent merkezine inen hayvanlar, kıyılara gelen yunuslar… Kitap da doğayla uyum içinde yaşamanın mümkün olduğuna inanan bir ütopyayı anlatıyor bize. İnsanoğlunun kendi alanına çekildiğini düşünürsek bir nevi uyumlu yaşam denilebilir buna. Fakat yaşadıklarımız ütopyadan daha çok distopik bir örnek. Neler söylemek istersiniz bu konuda?
İnsanın şu anda yaşadığı durum da doğasına uygun değil. Düşünün, insan bedeni iki yüzü aşkın kemik ve onları birbirine bağlayan, büyük bir kısmı hareketli yüzlerce eklemden oluşuyor. Yani hareket etmesi gereken bir canlı ve aylardır ev denilen kapalı yerde yaşıyor. Evet, dışardaki canlılar nefes aldı gerçekten. Ama bunun için insanın eve kapanması gerekmemeli. İnsan hem kendisiyle, hem diğer insanlarla hem de bütün canlılarla, bütün doğayla barış içinde yaşamayı öğrenmeli. Zarar vermeden. Bunu yapabilecek bilgisi var. Ne yazık ki kendisine ‘gelişme’ diye sanal ve plastik bir dünya sunan sistemlere teslim oldu. Kendini o gerçek dışı dünyanın merkezine koydu. Her şey insan içindir, benim içindir, diye bir düşünce geliştirdi. Kış Ülkesi Çocukları, başka hayatlar kurabileceğimize işaret eden bir roman. Umut her zaman var. Daha çok okumalıyız. Dünyayı merak etmeliyiz. Çocuklarımıza iyi bakmalıyız. Onlar daha yeni yeni hayatla tanışırken korkmayı öğreniyor şimdi. Sokaklardan, gözle görülmeyen bir virüsten korkmayı. İnsanlığın çocuklarına bunu yapması büyük haksızlık.
Sizin için salgın günleri nasıl geçiyor? Memnun musunuz? Ve tabi bir yazara sorulması gereken, neler yazıyorsunuz? Okurlarınıza şimdiden müjdelemiş olalım.
Ben hareket seven, yasak hiç sevmeyen bir insanım. Diğer yandan hep çalışmam gerekiyor. Yani zaten zamanımın çoğunu evde, okuyup yazarak geçiriyorum. Yazlıktayım. Hareket fırsatları yaratıyorum. Çiçek yetiştiriyorum. Sardunyaların köklerini çapalıyorum. Ders çalışıyorum. Ağır, durgun yaşamak bana göre değil. Geçsin bu sancılı günler, ölümler olmasın diyorum.
Bir gençlik romanı verdim Tudem’e. Henüz bitti. İnsanı anlattım. Anlatmaya çalıştım. Nereden gelip nereye gittiğimizi… Şimdi tam da insanın kendini bilme zamanı değil mi?
edebiyathaber.net (22 Mayıs 2020)