Söyleşi: Merve Koçak Kurt
Daha çok denemeleriyle tanıdığımız Feridun Andaç’ın Hassas Kalp Hikâyeleri Eksik Parça Yayınevi tarafından okura sunuldu. Kalbin büyülü ritminin duyulduğu bu metinler, kimi zaman bir deneme kimi zaman bir masal kimi zaman bir anı kimi zaman bir öykü tadı bırakıyor dilimizde.
Andaç’a kitabına dair sorularımız vardı. “Sürekli yinelediğimdir unutarak yaşar, hatırlayarak yazarız. Görme biçimimiz ise bunları kristalize eder.” diyen usta yazarın cevapları da bir “hikâye” tadı bıraktı dilimizde.
“Hassas Kalp” Hikâyeleri mi yoksa Hassas “Kalp Hikâyeleri” mi? Hassas olan kalbe dair hikâyeler belki de… İsim kaderdir’den yola çıkarsak ismini nasıl buldu kitabınız?
İnsana dokunan ne varsa hayatın sarmalını var eder. Öyle ki, düşte ve sözde olanı alır taşırsınız siz bir yerlere anlatıcı olarak. Dokunan şey çözüntü de getirir. Etkilenmenin ötesine geçildiğinde ise çatışma ve değişim başlıyor. Yani insanın en temel duygusu olan “sevmek”, bunun bin bir hali bizde nasıl oluşur, biçimlenir; bizi alır başka kıyılara nasıl taşır… İşte bütün bunlar ve daha başka birçok şey göze/bakışa/duyguya geldiği için yazılmaya, söz edilmeye başlandı. Bu yanıyla öykü önce şiir gibi gelir, bir deneme metni kurar gibi de kurulur. Çünkü hissettirendir öykü; açıklayan, gösteren değildir. Kitabın adını öyküler getirdi. Siz okur olarak da birkaç biçimde bunu okuyabilirsiniz. Ki; sırrı da her bir öykünün anlatı dokusunda yer ediyor aslında.
Hassasiyet dediğimiz şey bakışta/duyguda/düşüncede olandır. Yaşarken ortaya çıkan da benlik gerçekliğindekilerdir. İşte öykü/ler/de bunları hissettirmek üzerine kurulur. Gören gözün “kalp”e dokunuşu… Dünyaya bakma biçimi bir ölçüde de.
“Maşatlıkta Kuş Sesleri”, “Kuşbazdım Bir Zamanlar”, “Zifiri Gecede, Zikirde”, “Bırakıp Gittim Sonra”, “Yüzleşme”, “Bakışlarımdan Süzülen”, “Kar Yağdığında, Kalbim”, “Önce Sesini Unutacaksın”, “Ayna ve Bellek” gibi birçok metin var Hassas Kalp Hikâyeleri’nde. Yazarın “hikâye”sini anlattığı, o anlatıcının dilinden okuduğumuz, bireysel ve öyküsel denemeler dedim içimden bu metinlere. Metinlere dair illa bir “tür” ayrımı yapmalı mıyız? Türler arası geçişle ve bu tip tanımlamalarla ilgili düşünceniz nedir?
Yazınsal anlatı sanatında, hele hele kurmacada geçişler kaçınılmaz. Türsel bir çerçeve çizip, elimdeki/duygu düşüncemdeki konuyu bu türde yazacağım deme çağı çok geride kaldı bence. Nasıl ki konu yazarken biçimlenir, bunun ne türde bir anlatı olduğu da öyle. Kurulan açık metnin izleksel yanı nasıl ki her tür etkilenmeleri içine alırsa, anlatım biçimi de bu yazım sürecinde o türden etkilenmelere açıktır.
Öyle ki, ben de, tıpkı Sait Faik gibi öykünün bir oturuluşta yazılabileceğine inananlardanım. Bir duygu/düşünce/bakış gelir size öykünüzü yazdırır. Oturup bunu dökersiniz sözcüklere. İşçilik sonra gelir. Biçimlerken işte sizin diğer türlerle alışverişiniz burada kendine yer açmaya çalışır. Eğer dengeyi tutturamazsanız, anlatınız iyice melezleşir. Ki, buna çok karşı değilim; edebiyatta da melez tür zenginliktir, çeşitliliktir, farklı bakışları içerir. Gene de anlattığınızın öykü olduğunu hissederek yazmalısınız. Çehov’un aklı, bakışı; Carver’ın kurma biçimi; Sait Faik’in duyarlılığı eğer aklınızın bir yerindeyse, o duygudan pek kopmazsınız.
Bir anlatıcının, dille kurulan her türlü anlatı biçimini bilmesi gerekir diye düşünürüm. Örneğin, roman yazıyorsanız iyi bir tiyatro izleyicisi/metin okuyucusu olmanız kaçınılmaz. Roman yazıyorsanız, bir tiyatro oyunu size kurguda gerekli olabilecek çoğu şeyi gösterir. Ayrıca o türden geçiş yaparsanız, kuracağınız melez anlatının nedenselliğini de bilmeniz gerekir. Parçalanan bir dünyada sürüklenen insan… Sürekli yer değiştiren her şey onun varlığını da etkiler. Bu anlamda biçimler de değişiyor yeni form istiyor anlatı sizden. Kimse artık kronolojik yaşamıyor, hayata da öyle bakmıyor. Başlayan bir gün hiç de öyle başladığı gibi bitmiyor. Zihinde, algıda sürekli gelgitler var. Bu da, ister istemez, sizi başka bakışlara/anlatı biçimlerine yöneltiyor. Türsellik her zaman belirleyicilik taşımaz. Siz bir anlatı kurarsınız. Orada bir takım gerçekliklerden söz edersiniz. Bunları dile getirme biçimi yakaladığınız anlatıcı sesle var olur. Bu ya içten gelendir, ya da dıştan bakışa yansıyandır. Yani bir yanıyla düşsel, diğer yanıyla da gerçekçi olabilirsiniz. Bunu ille de şu türün kalıbında diye adlandırmak da yanlış. Unutmayalım ki, okur da okurdan yeniden yazar ve kendince adlandırır yazılan/okunan metni. Bu nedeniyle bir çerçeve çizip sınırlandırmak yanlış benim gözümde.
Şimdi buradaki metinlere “anlatı” veya “romans” deseydim ne değişecekti? Okur gene kendince bir anlam yükleyerek okuyacaktır.
“Tamamlanmamış hayatların, tamamlanmamış metinlerin, şiirlerin yolculuklarını…” anlatıyorsunuz sanki Hassas Kalp Hikâyeleri’nde… Modern çağ yaşantısı bağlamında düşünürsek, parçalanmışlık/ bölünmüşlük/yarım kalmışlık ve yazmak arasındaki ilişkiye dair bize ne söylersiniz?
Yaşanan çağı, içinden geçilen zamanı kavramadan yazamazsınız. Dahası insanın buradaki öyküsüne dönüp baktığınızda sürükleniş kadar kopuşlar ve çözülmeler de söz konusu. Yeni zamanın dilindeki anlam bir bakıma da parçalanmışlıkta yatar, eksilerek yaşıyor, hiçbir zaman tamamlanamayacak kimliğin inşası için debelenip duruyoruz.
“Eksik yaşam” tamamlanmamış kimliğimizin ayrılmaz bir parçası. Aksini kim iddia edebilir)?! Yazarak da, yaşayarak da o “bütün”e ulaşmak istiyoruz, yani hiçbir zaman tamamlanamayacak olana. Yaşamı güçlü kılan şey değil midir “ölüm” düşüncesi? İşte yazıyı da güçlü kılan şey, bu tamamlanmamışlıktır. Her yazılan bir sonrakini doğurur, hatta hatırlatır. Yönümüz oraya, yani yarınkilere dönüktür. “Olay” dansa, bunun etkileri/yansıları bizi daha çok etkiler. Çünkü o bitmiş bir şeydir. Artık onun ardına düşmek gerekmez. Bu ancak polisiyecileri ilgilendirir. İnsan yaşamındaki yıkım asıl bu olup bitenlerden sonra başlıyor, etkileri, sızıları, bıraktığı izler… İşte siz, bir anlatıcı olarak yüzünüzü oraya döndüğünüzde insana/hayata/topluma dair ne çok şey görür gözlersiniz. Yazmaya yöneldiğinizde ise işte o eksikliklerin sonuçları çıkıyor karşınıza. Bırakılmışlık olgusu, yersiz yurtsuzluk, engellenmişlik, düşkünlük, acıyı/yitimi var eden her şey orada biçimleniyor. İşte öykü bunu görerek yazılan, ama bize de tümüyle bunları hissettiren bir anlatı biçimidir. Bu nedenledir ki; yazarken bakışınız/ sezginiz/düşünceniz sizi oralarda gezindiriyor. En azından ben öyle görerek yazıyor, anlatıyorum. Yüzüm yönüm bir yanıyla hayata dönük, diğer entelektüel serüvenim ise salt beni ilgilendiriyor. Bir metni nasıl kurmalıyım bilgisi oradan geliyor. Gördüğünü salt gördüğün gibi yazamazsın. Hamdır, yavan gelir. Picasso, Van Gogh, Pissarro resimlerinin gerçekliğine bakarsak bunu daha iyi gözleyebiliriz.
Yazının her şeyden önce bir görme yolculuğu, hissetme biçimi olduğunu söylemek isterim. İzlek dediğimiz şey de bu iki uçtan çıkıp gelir. Görüp hissettiğiniz bir şeyin içinden tek bir şeyi alıp pekala bunun üzerine bir metin kurabilirsiniz. Bu da sizin algınızın yaratısında yeniden kurularak var olandır. Yeryüzünde bir “nesne” gibi bir “olay”ın da varlığı yeterlidir yazabilmeniz için. Bunun ayrıntıları çok sizi ilgilendirmeyebilir. Çünkü, öykü de diğer yazın biçimleri gibi yeniden kurmaktır; ama her şeyi.
“O dilin yıkıntı çarşılarındasın şimdi, seher uykularını kaçıran bakışlarda… Zamanın eskimişliğinde, belleğin kanayan yerindesin… Korlanan ateşte, gidip yüzleşilen unutuluşlarda…” demişsiniz “Nevin ile Kerim”de. O nasıl bir dildir ki sürekli zaman, mekân, bellek ve unutuşa dair bir yüzleşmenin hikâyesini anlatır bize hiç durmadan?
Yaralı zamanın tanığıysanız eğer, yaralı ve kanayan bir zamandan söz etmek kaçınılmaz. Sürgünler, göçler, sürüklenişler, imkânsızlıklar çağımız insanının neredeyse “kader”ini ve “keder”ini belirliyor. Yersiz yurtsuzluk artık yazgı ötesi bir kavrayış, yaşama biçimine dönüşmüş durumda. Ve insanlık giderek de melezleşiyor bu yüzden. Siz diğer yandan da hatırda tutmak, ötedekilere sahip çıkarak geleceği kurmak derdindesinizdir. Ne denli yalnızlaşsanız da geçmiş bellektedir, hatırlanandadır.
Ve aynı zamanda bütün bunlar sizin yüzleşme yolculuğunuzdur da. Size “yazın” dedirten duygudur/düşüncedir. Ucu öfkeye, sevince, kedere, acıya, umutlu bekleyişlere varan şeyleri yazmak niye olsun ki eğer hatırlayamıyor, göremiyor, bellekte taşıyamıyorsanız tümden bunları…
Sürekli yinelediğimdir unutarak yaşar, hatırlayarak yazarız. Görme biçimimiz ise bunları kristalize eder.
“Kalbinin mührünü çözen zamanın diliyle konuşuyorsun hemen. Aradığın ne, bunu biliyorsun; ama dillendirmek, birine sormak, tanıdık bir yüzle paylaşmak yerine o rengi solan mekânları adımlamakla yetiniyorsun.” diyen bir anlatıcı var kitapta. Kalbin mührünü çözen zamanın diliyle konuşmak ve kalbimizle kuracağımız o “bağ” için neler gerekli yazarken?
Dikkat edersek eğer çağ insanının algı biçimi/duyumu, görme yolculuğu kitaptaki öykülerin neredeyse ortak yanı. Parçalanmışlığı getiren ise bellek yolculuğudur. Çağının acısını/sevi ncini/kederini hissetmeden yazılamaz. Bunları görmüyor hissetmiyor, o yerlerden yolunuz bakışınız geçmiyorsa, o insanları göremiyorsanız eğer yazdığınız şeyler yavan kalır.
Bakın, Mardin’in Bilge Köyü’ndeki katliamı duyduğumda kanım donmuştu. Olayın ayrıntılarını öğrenince içim içimi yedi. Gazetede bir yazı yazdım. Dayanamayıp kalkıp ta oralara kadar gittim. Bunun öyküsünü yazmak değildi derdim. Bu “çağ yangını” gibi bir şeydi. K.Maraş’ta yetişkin dört kardeşin annelerinin yitiminden bir hafta sonra gidip bağevine kapanıp intihar etmeleri de öyleydi.
Siz oralara bakarak ancak toplumu anlayabilirsiniz. Sonra da döner bir insanın/ bireyin öyküsünü yazarsınız.
Bu nedenledir ki; E.M.Forster’ın “bağlantı kur,” sözünü severim. İşte öykü tüm bu bağlantılardan yolunu geçirir anlatıcının. Ama görürseniz, hissederseniz yazabilirsiniz bunları.
Başka şeylerdir hep anlatıcının zamanını dolduran, duygu iklimine ağan. Müzik, bir film, bir ressamın bakışı; yer/mekânın dili, bir insana gitmek…
Bir iç muhasebesi gibi aynı zamanda Hassas Kalp Hikâyeleri, bir yol/culuk serüveni gibi içimize… Yazarken hissettiklerimiz ile okurken hissettiklerimiz arasındaki gelgit’te yazar nerede durur?
Her anlatı önce bir yolculuktur, karşılaşmadır. Ve yola çıkıştır. Taşıyandır; hem yazarın bakışını/duygularını hem de yanına kattığı okurla çıkılan bir yolculuk. Bir metin kurmak bir yanıyla yemek pişirmek gibi ise de; diğer yanıyla da yolculuktur. Birinde lezzetin iyi olması için malzemenizin çeşitli, elinizin hünerli olması gerekir, siz “deneyim” deyin buna; diğerinde ise yol/yolculuk bilgisi, isteği, arzusu… Bunları buluşturunca, sizinle taşınanlar, sizin yanınızda götürdükleriniz, içinizde filizlenip beslenenler kaçınılmaz olarak metninizi de biçimler.
Yazarın/yazanın bakışı görünse de, aslında o gölgede hep durandır, hissetmekten çok hissettirendir, aynı zamanda içe baktıran.
“Sana kavuşma zamanları yaratmadan yazmak, bazen de bu tür sözler etmek kopuşun ve dönememenin sitemi olacak belki de Erzurum…” cümlesinden anlıyoruz ki bu kitapta kadim bir şehrin açtığı ruh yaraları var. Sizin için ‘coğrafya kader mi’ oldu yoksa ‘keder’ mi daha çok?
Demin şunun altını çizmeye çalıştım; insanın ömrünün belirleyiciliğinde bir yanı kaderse diğer yanı kederdir. Ama bundan da önce her yazarın bir yurdu vardır. Biz buna önce “dil, yurdudur yazarın” desek de; asıl bunu var eden, besleyen ve belirleyici olan yaşama yurdudur. Oradan ağıp gelenler sizin dil/duygu belleğinizi oluşturur. Yazı gövdeniz rengini oradan alır. Bu, yerelliği de aşan bir olgudur.
O kentte yaşasaydım eminim ki bunları ve başka anlatıları/metinleri yazamazdım. Oradan gidince, kopunca oradan taşınan izler yazıda kendini var etti diyebilirim.
Benzer şeyi Joyce da söyler ya; Dublin’den gitmek, orayı yazmak için kaçınılmazdı.
“Bekleyen ses, dokunan el, sevilen zaman, yitirilen ân uzak bir ülke şimdi sana. Arayıştır bu, bilirsin. Gitmelerin de bundandır. Dönüşteki her karşılaşmada hatırlanan ân kentin yiten siluetini resmediyor önce belleğine; renklere, kokulara ve seslere doğru yürüyorsun içsesinle…” Bir şehri bırakıp gitmek ve yüzleşmek için sonra bir gün oraya tekrar gitmek/dönmek, yazarak hafızada diri tutmak… Özetle Erzurum ile yaz(g)ınız arasındaki ilişkiyi sorsak…
Yazar bir dile aittir öncelikle. Ama bu aidiyetinin belirleyen bir de yer/coğrafyası vardır. Siz buraya belki de “yitik cennet” diyebilirsiniz yazılardaki yansımalara bakınca. Bu da yerindedir, kanımca. Çünkü yitirilenin ardına düşmez, onun izlerini anlatırsınız. Özellikle de “Maşatlıkta Kuş Sesleri” bunu içeren, iç ve dış sesle anlatılan/kurulan bir metindir. Dünyanın herhangi bir yerinde de benzer tufanlar/kanmalar, sürgünler, göçler, kıyım kırımlar yaşanmıştır. Siz de kendi coğrafyanızda olup bitenlere bakarak/bunları hissederek yazıyorsunuz. Bir bakıma da dünyanın acısını dillendiriyorsunuz. Tüm bunlar eğer o coğrafyanın gerçeğinde var olmuşlarsa, siz yazar olarak bunlara dönüp bakmak zorundasınız. Bir “fantezi” olarak gelip bulmaz sizi hiçbir şey, hele yazarken asla. Çünkü hissettiğiniz şeyi yazıyorsunuz. Ama buzdağınızın altında olup bitenlerden haberdar olarak.
İşte bu noktada da öykü okurunun artık ayak değiştirmesi gerektiğini düşünürüm. Yani bilenen kurgular, söylenişler yerine kendini de düşündürmeye yönelten metinler için okurluğunu hazırlamalı.
“Şu hınçlı dünyada, herkesi sürüleştirmek isteyen bir sistemde insan nasıl daha ‘iyi’, ‘sağlıklı’ düşünüp kendine bir rota çizebilir ki… Söylesene, sizin idealleriniz ne oldu?” diyen “Oğul”un sorduğu gibi sorayım size: “Bu nasıl inanç, bağlanma ki bir anda tuz buz oluyor. Yer değiştiriyor her şey hayatınızda…”?
Değişimin yasaları karşısında durmak ne mümkün! Çözülenin karşısında nerede durduğunuz, ne yaptığınız, ne düşündüğünüz çok önemli. Bunların Gezi’den önce söylenildiğini, gelip öyküde biçimlendiğini düşünün, ki; oradaki “oğul” Gezi’nin adsız “kahraman”larından biridir sonrasında. Aslında hiçbir şey yok olmuyor, dönüşüyor. Yıkıntıların ardından neyin ortaya çıkabileceğini de gösteriyor. İnsandaki umudu var eden de bu değil mi? Yoksa oturup kara kara düşünelim mi?.
“Chomski, Tarık Ali, Edward Said’den söz edeceksin eminim… biliyorum bunları, bir-iki şeylerini de okudum. Ama beni çok sarmadı… Entelektüel acı yok onlarda; tepki var, eleştiri var… ABD hegemonyası herkesin ezberinde. Bunu söylemek Beyrut’un bombalanmasına, Irak’ın talan edilmesine engel olamıyor ki…” diyor yine “Oğul”… “Entelektüel acı” dediğimiz tam olarak nedir size göre?
Çağını kavrayan, sorgulayan bir bakış. Bundan yoksunsanız eğer sürünün bir parçasısınız. Sıradanlaşmaya her yanıyla katılır, itirazsız yaşar gidersiniz. Hiçbir şey sizi huzursuz etmez. “Acı” dediğimiz şeyse işte bu ayrımdan doğar/beslenir gelişir. Sizi huzursuz kılanın yaratıcı bir yanı vardır elbette. Çünkü düşüncenin ikliminde, doğasında olandır bu da.
Galiba bu öykü soran/sorgulayan yanı kadar yüzleşme yaşatmasıyla çağının insanına bakma biçimini getirmesiyle sizin imlediğinizi anlatıyor bence. Yani o “acı”nın kaynağı nedir, nerededir…
Fotoğraflar: Nevzat Çakır
Merve Koçak Kurt – edebiyathaber.net (8 Haziran 2017)