1./ Dille Var Olan kimlik
Kimliğinin yansıma biçimlerine bakıyorum… Yazdıklarına yansıyan “ne/dir?” diye bir soru takılıyor elbette ki aklıma.
Gene de, ben, onun neden farklı birçok “dışkimlik”te gezindiğini merak ediyorum. Ayrımlar koymak bir yana, bunları farklı potalarda eritmek başka çaba/iş gerektiriyor.
Kimi zaman insan, yazarken “gerçek” kimliğini saklı tutmayı düşünmüyor değil. Ki; ben de birkaç adla yazdım; daha rahat söyleyip anlatabilmek için.
Saklı tutmanın bir başka iyi yanı da farklı alanlarda yazabilmek… İşte o zaman da içinizdeki saklı kimlikler ortaya çıkıyor… Her biri yeni bir renkte, seste…
Pessoa’yı okurken, ondaki kapanma, kendini sindirmenin içsızısını hissedersiniz yazılanlarda… Değişmeceli durumları anlamak/anlatabilmek için farklı “dil”leri kullandığı kesin.
Bunun için de, insanın önce kendisini yazmayı öğrenmesi gerek… Sanırım o da öyle yapmış…
2./ Sağıntı Hali
Yazı öyledir. Hem orada gördüklerimizde hem de bizi çekip aldıklarında. Ki, orada başlayan sorgulamalar sağıntı hallerinden geçirir bizi. Bir kapıdan ötekine geçerek yol alırız.
Burada, bugün, bu dingin mekanda çay bahçesinde oturup Lawrence’ı okuyup Pessoa’yı düşünürken, hayatın akan/devinen yüzüne baktım. Sesin sese ulaşmasına.
Pessoa, kitabının açılışını bir mektupla yapıyor, ötedeki bir sese sesini ulaştırmak istiyordu:
“Bugün size bu satırları duygusal bir ihtiyaçtan ötürü, sizinle karşılıklı konuşabilmek için yanıp tutuştuğum için yazıyorum.” (s.13)
Yazmak öyle bir şey. O duygu ivmesi olmasa, öteki sese ulaşma derdi gelip bizi bulmasa yazamayız kolayca.
“Günah Çağrısı”nı öyle yazmaya başladım bugün. İlk üç bölüm… Sanırım dört, beş, altıncı bölümlerde ilişki doruğa çıkacak… Onun anlatımı… Tasarlanan… Ki; sonra yaşanacakmış gibi gelen…
Yazı, bir yanıyla da sezgisel bir yolculuktur… Önsezi ister bu anlamda. Ötedeki sese yazmak… İçsel yolculuğun ne getireceğini bilemeden üstelik…
“ki kayıtsızlık da zaten aşırı acı çekmekten olur.” (s.17)
3./ Yazıdan Geçmek
Huzursuzluğun Kitabı (*) her yanıyla Pessoa’yı ele veren bir anlatı. Öyle ki; salt onunla baş başa kalıp içsel yolculuğa/yolculuklara çıkmak istiyorsunuz.
Saklı yanlarınızı görebilmek için asıl yazıdan geçmeniz gerek. Bir başkasının yazarak yaptığı yüzleşme size de farklı kapılar açabiliyor.
Pessoa (1888-1935) yaşadığı ortamı kavrayan, bunu da farklı algı kapılarından geçerek yazan biri. Yazdığı mekânlar (*), edindiği dostluklar (*) kurduğu yazı aurasının rengi/soluğudur. Bunlarsız bir edebiyat biçimi oluşturmak zordur. Seçici olduğu kesin!
4./ Dışkimlik
Kitabın çevirmeni Saadet Özen, Pessoa’nın 70 ayrı kurmaca yazarın dışkimliğine ad verdiğini söyler.
- Alberto Caeiro
- Ricardo Reis
- Alvaro de Campos
- Bernardo Scares
Yazarın başka başka seyirlere çıkabilmek için gerek duyduğu bir kimlik… Parçalanmışlık olmadan bunu kurmak güç…
5./ İçgüdüyle Yazmak
Beni çekip içine alan bir zamanın seyrine takılıp kaldım. Bekleyişti! Neyin arayışıydı bu? Masa başına kapanıp kalırken bu “hal” imi düşünmedim de değil.
Hiçbir şey ivme olamıyordu yazıp okumama. Kilitlenip kalmıştım adeta dün geceki ölüm haberinden sonra. Gecenin ikisiydi, bir devlet hastanesinin “acil” servisinin hali görülmeye değerdi. Kentin merkezinde bir yerdeydi. Düşünün ki; öyle kötü bir yerde ölüyorsunuz! Ne acı! Bu izler kapamıştı bilincimi… Yazı/okuma/çalışma defterlerimin fihristi olan defteri önüme açmış bakınıyordum.
“Pessoa’ya dönmek” en iyisi deyip bu defteri, okumaya koyulduğum Huzursuzluğun Kitabı’yla Antonio Tabucchi’nin Requiem, Pereira İddia Ediyor, Fernando Pessoa’nın Son Üç Günü kitaplarını; Tennessee Williams’ın Mrs. Stone’un Roma Baharı’nı ve T.S.Eliot’ın Denemeler’ ini masama alıp, Pessoa’yı okumaya dönüyorum.
Farklı adla yazılar yazdığım, benim saklı “yazarım”ın defterine göz attım. Deftere şu adı vermiş bu “saklı yazar”ım: “Sesinden Ürkmediğim Bir Zamanın Diliyle”.
…
Kendinizi saklı tutup yazarken, içinizde başka bir “ben”i de keşfediyorsunuz aslında… Edebiyat ortamında var olan “dışkimlik”iniz, sizi bir yerde tutuyor. Ona göre davranıp ediyorsunuz. Dış’ın bakışı da olumlu, olumsuz oradaki duruşumuza göre. Bu kimi kez sıkıcı/sıkıntılı benim için. Saklı kimliklerle yazmak/yayımlamak daha özgüvenlileştirici geliyor bana… Bir takım kaygıları da öteliyorsunuz.
Pessoa’nın bu türden kaygıları olmuş mudur? Sanıyorum evet! Yazın/kültür ortamı bizde o kadar kaypak/kaygan bir zeminde ki; bazen adınıza/kimliğinize”ambargo” konabiliyor. Bunu yaşamadım değil! O yerlere başka bir adla gönderdiğim yazılar pekâlâ yayımlandı. O iki yüzlü duruşları (nı) görmek için eğlendiriciydi bu benim için.
Yazının oyun yanının bir gücü de bu, bence. Evet, içgüdüyle yazınca birçok kimliğinizin ortaya çıktığını görebiliyorsunuz.
6./ Bernardo Soares’in Halleri
Yazarken/yazarak kimlik çoğaltmak, benim için, öylesine kolaylaştı ki; farklı bir yazarın üslubuyla da yazabilirim. Denedim de bunu. Ama çok prim verdiğim bir şey değildir bu da. Daha çok kendi yarattığım kimliğin yazarlarını seviyorum… Onların farklı koridorlarda gezinmelerini… Üstelik bazı “köşe”leri tutanların “aptal/”budala” hallerini daha iyi görmeye de yarıyor yazarlarımın ortalarda gezinmeleri. Bunlardan birinin kitabını/dosyasını bir yayıncıya gönderdiğimde, ısrarla yazarla görüştükten sonra yayınlayacağını söylemesi karşısında; yazarımı başka ülkeye göndermek zorunda kalmıştım.
Bu kitabı ileride kendi adımla yayımlarım kaygısı değildi benimkisi; ortaya çıkmanın çok doğru olamayacağını düşünmemdi asıl neden. Çünkü yaptığım Güngör Uras’ın (Tevfik Güngör,…) ya da Fehmi Koru’nun (Taha Kıvanç) yaptığı şey değildi/duruşlarına benzer bir yanı yoktu.
Gelelim gene Pessoa’ya…
Onun kimlik çoğaltmasındaki zorunluluk halini anlıyorum az çok. Yazar var etmek başlangıçta zordur. Sonra sonra onun kimliğinin sesi/rengi belirince açtığınız yerlerde onları gezindirirsiniz. Hiç de birbirleriyle çakışmazlar. Dilleri, üslupları, hayata bakış ve yorumları farklıdır çünkü.
Bernardo Soares, Pessoa’ya yakın bir kimlik. Yani bir tür “yarı-dışkimlik”li biri. Pessoa, Huzursuzluğun Kitabı’nın yazarı olarak yaratmıştı onu. Yanı kurmaca karakterin hayatının anlatıldığı, bir yapıt…
1913’te başlamış (kendi hayatını anlattığı) bu kitap üzerinde çalışmaya Pessoa… Parça parça yazmış. Ama yayımlamamış. Portekiz’de ilk kez 1982’de basılır.
Özen’in şu kaydı önemli:
“Dünyayı seyretmekle yetinmek isteyen, eylemsizliği en yüce erdem ve gerçek yaşam olarak gören Soares, Pessoa için belki de dünyanın ve yaşamanın ne olduğunu gösteren bir perdedir.”
7./ Var Olma Yolculuğu
Yazmak, var olmak yolculuğuna kayıt düşmektir. Tümüyle tanıklık diyemeyiz buna… Çok kimlikte yazarken bir çok koridora girer çıkarsınız. Her bir adımda farklı yönlerine bakarsınız hayatın.
Her türde yazmış olmamı buna bağlıyorum biraz da.
Yazıyı/”yazı yazmak” ı en temel iş, uğraş edindim. Kendim için yazdıklarım da oldu çok. Örneğin, klarnet dersi almaya başladığımda hem bunun/müziğin güncesini tuttum, hem de müzik üzerine (kendim için, öğrenmek için) müzik yazıları yazdım. Oyun yazdım örneğin, senaryo, tredman, sinopsis… Bunların her biri yazı yolunu tanıyıp öğrenmek, aynı zamanda da var olma yolculuğunu anlamlandırmaktı benim için.
Pessoa da, çok kimlikle çok dil/duyuş, seziş, algılayış biçimleri geliştiriyor aslında. Bunların tümü de var olmayla, bunun anlamı ve sorgulanmasıyla ilgilidir.
“Hayat fısır fısır, yudum yudum, dura dura canımı yakıyor. Tüm bunlar, cildi şimdiden dağılmaya yüz tutmuş bir kitaba küçücük harflerle basılmış.” (s.13)
…
“… ama delirenler herhalde kendilerine acı veren şeye teslim oluyordur, ruhundaki sarsıntılardan yavaş yavaş zevk almayı öğreniyordur.”
“Hissetmek ne renktir acaba?”/ 14
8./ Pessoa’nın İmgeleri
Mekanların çekim odağında bir yazardır Pessoa. Onlar, onun için hayata bakma, yazıyı kurma yerleridir.
Yazan, düşünen biri için bütün arayışlar, sarsıntı ve savrulmalar(ıyla) yüzleşmeler öyle yerlerin bulunmasıyla diner bir süreliğine. Eğer o mekan iyileştirici/üretici gelmişse size, kapanırsınız oraya vardığınız anlarda… Sonrasında da gidip bağlandığınız bir yer olur. Bir tür gözlemevinizdir aynı zamanda kendinizi iyi hissettiğiniz o mekân.
Pessoa da sıklıkla yapar bunu:
“Hayatımın bir döneminde, hem huzurlu bir yer aradığımdan, hem de fiyatları makul olduğu için, ben de böyle bir asma katın müdavimi olmuştum…”/17
*mahrumiyet *umutsuzluk *çöküş
*bunalım *yalnızlık *bilinçaltı
*kayıtsızlık *uzaklık *sanrı
*acı *ötelik *duygululuk hali
*kapalılık *tedirginlik
Onun en temel imgelerinden…
9./Kıyıda ve Boşlukta
Hayatın kıyısında durup dünyayı anlama/kavrama yolculuğunu geçiyor, Pessoa. İçindeki boşluğu dolduracak yazıya sığınıyor. Birçok dil, birçok biçem, birçok kimlik yaratması da bundan. Yazarak zamanın elinden tutuyor o. İçlenerek, özenerek, özleyerek de yazıyor.
Orada acı çeken bir bakış, ağulu bir dil var… Körelen bir dünyayı anlatırken böyle kalmak, böyle durmak kaçınılmaz.
Arayışı da bundandır. Dil, biçim, kimlik, yer, zaman, mekan, duygu… Her birine yansır bu.
Beni çeken sözlerine durup bakıyorum… Sonra döne döne okuyorum…
“Ben ne olursa olsun ait olduğum ortamın hep kıyısında duran ve yalnızca bir parçası olduğu kalabalığı değil, aynı zamanda yanı başındaki büyük boşlukları da görebilenlerdenim.” (s.20)
“Çöküş bilinçaltının tamamen yitirilmesi demektir, çünkü bilinçaltı yaşamın temelidir. Kalp düşünebilseydi, atmaktan vazgeçerdi. “(s.20)
Okurken düşünmek, düşünürken yazmak duygusunu veriyor bana Pessoa. Hayata bakıp yorumlama bilgisinin kapılarından da geçiriyor sizi. Sonra kendi kıyısına vardırıp, boşlukları gösteriyor.
10./Amaçsız Duyguların Barınağı
Hayatın tedirginliğini, insanın oradaki titreyen halini gösterir Pessoa.
Şöyle der:
“Hiçbir şeyi ciddiye almaksızın, duygularımız dışında hiçbir şeyin gerçekliğinden emin olamayacağımızı aklımızdan çıkarmaksızın, bilinmeyen uçsuz bucaksız topraklar gibi yokladık duyguları, içlerinde bir sığınak aradık.” (s.21)
11./ Bir Bakışı Solduran Zaman
Pessoa’ya dönme iklimindeyim. Yeniden başlarken, duralayıp, bir mektup yazdım… Sızılı… Nicedir yazmama kararı almama rağmen yazdım. Onun sessizliğine bir sitem hem de.
Pessoa’nın kapandığı yerdeki sızısını anlıyorum. Bir başına kalmışlığın hüznü. Kendine dönerek yazdığında gözlenen de bu.
(*) Huzursuzluğun Kitabı, Fernando Pessoa; Çev.: Saadet Özen, Can Yay., 536 s.
Feridun Andaç – edebiyathaber.net (24 Aralık 2019)