Saldırganlık bir içgüdü müdür? İlgili literatür böyle olduğunu söylüyor. Akla hatta daha çok müşfik duygulara aykırı olan bu özelliğin, seleksiyonla savaşı nasıl sonuçlanabilir peki?
Konrad Lorenz, İşte İnsan’ını şöyle umutlu bir cümle ile bitiriyor:
“Akıl ile seleksiyon işbirliğinin, pek öyle uzak olmayan bir gelecekte, hakiki, gerçek insanlığın o en yüce ve güzel talebini yerine getirecek yetenek ve beceriyi gelecek kuşaklarımıza bahşedeceğine inanıyorum.”
Yani saldırganlık içgüdüsü, zamanla bizzat gene insan tarafından elimine edilecek. Kitabı birkaç yıl önce okumuş bir arkadaşım da bu son cümle üzerine şöyle bir not düşmüş: “Oturun Bay Lorenz, sıfır.” (Bir mizantropa insanın biricikliğini kanıtlamaya çalışmanın sonucu)
Lorenz’e göre bir hayvan türünün varoluşunu tehdit eden şey, hiçbir zaman onu besin olarak kullanan “düşmanı” değil, rekabet içerisinde olduğu türdeşleridir. Belgesellerde izlediklerimizden mütevellit, kafamızda canlandırdığımız hayvanlar âlemi; bir Bengal Kaplanı ile bir timsah boğuşmasından, bir piton yılanın bir kurbağayı yutmasından, bir leoparın bir zebrayı gözüne kestirmesinden, bir aslanın bir bizon sürüsünde ya da bir buffalo sürüsünde avını seçmesinden ibaret olunca konuyu anlamamız zorlaşıyor. Yenen ile yiyen, av ile avlayan arasındaki mücadelede hiçbir yırtıcı hayvanın, avının kökünü kurutma aşamasına getirmediğini hatırlatıyor Lorenz. Hususiyetle bahsettiği şey, mıntıka meselesi:
“… bir yer, mıntıka ‘sınırı’, fizik, çizgilerle belirlenmiş bir alan anlamına gelmeyip, tamamen güç dengeleri tarafından belirlenen ‘fonksiyonel’ bir alandır ve güç dengesindeki en ufak bir kaymayla, bu alanın sınırları da oynar…”
Lorenz’e göre tür içi saldırganlık, aynı türün üyelerinin belirli bir bölgede dağılmasına ve birbirlerine olan mesafelerini kollayarak yaşamalarına neden olur. Yaşama alanı savaşının sebeplerinin başında ortak av ya da besin kaynakları geliyor. Diğer iki sebep ise cinsellik ve yavruların korunması. Göçebe hayvanlar ise bölge belirleme ve yaşam alanını türdeşlerinden kıskanma gibi davranışlara yabancıymış. Erkek üyeler arasında, sonucu ölüme kadar varabilen dövüşler ise aralıklarla tekrarlanıyor.
Lorenz, insanın sosyal davranışlarına bakarak saldırganlığın arkaik ve biyolojik nedenlerini sorguluyor. Çoğu okurun dileği kitabın son cümlesi ile benzer olması yüksek ihtimal: Akıl bu duyguyu yenmeli.
Kitabın diğer ilginç bölümü Lorenz’in, Erich von Holst’un mini inci balıkları üzerinde yaptığı bir deneyden söz etmesi. Holst, balıklardan birinin ameliyatla ön beyin kısmını çıkarır. Beynin alınan bu bölümünün şöyle bir özelliği vardır: Bu bölümde sürü oluşturma, sürüsünün bütün tepki ve hareket programları yer almaktadır. Bunun haricinde ön beyni olmayan balık görüyor, yiyor ve görünüşünde herhangi bir değişiklik olmadan hayatına devam ediyordur.
Hikâyenin devamı şöyle:
“…onu hemcinslerinden ayıran biricik karakteristik özellik sürüden kopup yüzmeyi ve bir başka sürü üyesinin aynı şeyi yapıp peşinden gelmeyişini hiç önemsememesiydi. Belli bir yönde yüzüp sürüden uzaklaşma isteği çok yoğun olsa da, daha ilk hareketlerinin ardından dönüp sürüdeki arkadaşlarına bakan ve arkasından gelenler var mı, varsa çoklar mı, bunu görüp etkilenen normal balığın bu temkinli davranma alışkanlığı, ameliyat edilmiş balığımızda tamamen ortadan kalkmıştı. Ön beyni alınmış dostumuz, peşinden gelen var mı yok mu, hiç umursamıyordu; bir yerde yiyecek gördüğünde ya da herhangi nedenlerle herhangi bir yere yüzmek istediğinde kararlılıkla o yana doğru yüzüyordu; ve sıkı durun şimdi: Bütün bir sürü de onun peşinden aynı yere yöneliyordu. Besbelli ki ameliyatla ön beyni alınmış hayvan, bu kusuru sayesinde sürünün tartışmasız lideri oluvermişti.”
Bunu okuyunca düşünüyor insan. HDP’ye saldıran binlerce insanı oraya getiren hangi duygu? Aralarından birinin ya da birilerinin “düşmanımız bunlar” diye naralar koparması, diğerlerinin peşlerine takılmalarına yetebiliyor. Resmi tarihle beyinlerinin bir kısmında oynama yapılmış bu insanlar, galeyana gelişlerinin sonuçlarını düşünebiliyorlar mıdır dersiniz? Yüzlerine ve davranışlarına bakılırsa, evet. O vakit tümden katil olmaya meyilli koca koca yığınlarla karşı karşıyayız.
Bunu bir yaşam alanı savaşı olarak okumamız gerekiyorsa çoktan bölünmüşüz demektir ki bunca insanın kendini kaybederek
yaygara koparmasına, camlardan sarkmasına, hışımla oraya buraya saldırmasına, bir öfke nesnesi olarak binaya merdiven dayayıp bayrak indirme yarışına girmesine ve bütün o acayipliklere hacet yok. Bölünmüşsün ve yaşama alanın belli, daha neyin savaşındasın.
Üçüncü kötü haber de, ancak milliyetçilik temelinde birlikte var oluş sergilenebiliyorsa buna göre 77 milletlik bir bölünmeyi hak ediyor bu coğrafya. Bir tek “Türk olmak” kesmesin hızınızı.
Filiz Gazi – edebiyathaber.net (10 Mart 2014)