Söyleşi: Ayşe Yazar
Adada doğmuş, adada yaşamış ama deniz insanı olamamış insanların vatan diye bildikleri Girit’ten Ayvalık’a uzanan hikayelerinin anlatıldığı Zesto Psomi mübadelenin yakıcı etkilerinin yanında aşk, dönüşüm ve hayata tutunmanın da işlendiği bir roman olarak çıkıyor okurlarının karşısına. Dilimizin meselelerine eğilen ve Ayvalık ile bağını sık sık vurgulayan Feyza Hepçilingirler’i mübadil kimliğiyle ilk kez tanıyacağımız bir roman Zesto Psomi. Sevgili Feyza Hepçilingirler ile Kırmızı Kedi Yayınları tarafından yayımlanan Zesto Psomi (Sıcak Ekmek) romanı üzerine konuştuk.
Kitap mübadele ve aşkı yoğun olarak işlese de eşiklerin belirlediği roman olarak iz bıraktı bende. Feride, Hamide, Nikos, Yusuf Ağa, Kerim Dayı, Hasan, Hüsnü, Gülfidan hepsi bir ya da birkaç kez belli eşiklere gelip oradan geçme ya da geçmeme durumuna göre etkilendi yaşam serüveninde. Yazar olarak sizin de yazarken kurmacadan köklerinize uzanan bu hikâyede eşikleriniz olduğunu düşündüm. Kaleminiz, kalbiniz ve kökleriniz arasında nasıl bir süreç yaşadınız?
Her karar alma aşaması bir eşik çıkarır önünüze; ya üzerinden atlayıp devam edeceksiniz ya da vazgeçip geri döneceksiniz. Geri dönme şansınız yoksa fena! O zaman zorunlusunuz karşınıza çıkarılan eşikten geçmeye. Benim roman kişilerimin karşısına hep dayatılan eşikler çıktı. Geri dönme şansları yoktu. Aslında hepimiz ne çok eşikle karşılaşırız; her eşikte ne tereddütler yaşarız. Birini aşınca gelen rahatlama, yeni bir eşiğe kadar sürer ancak. Ben bu romanı yazarken çocukları, torunları olarak aralarında bulunduğum insanların neler yaşamış olabilecekleri konusunda o zamana dek pek az düşündüğümü fark ettim. Rumca konuştuklarında kızıyor; “Türkçe konuşun,” diye huysuzlanıyordum. Neler yaşadıkları, niye anlatmadıkları, neden sustukları üstüne ise hemen hiç kafa yormadım. Kendimi onların yerine koymak çocukluğumda, gençliğimde aklıma bile gelmedi. Bu romanı yazarken sadece aile büyüklerimle değil kendimle de yüzleştim. Eşik biraz yüksek gelince atlamamış, geçmemişim öbür tarafa; onları anlamaya çalışmamışım. Romanı yazmaya başladığımda bu kez ne kadar yüksek olursa olsun o eşiği aşmak zorunda olduğumu biliyordum. Hem onların ayakkabılarıyla yürümeye, yaşadıklarını anlamaya, yaşamlarına girmeye çalıştım hem de geri dönüp kendimle hesabımı kapatmaya uğraştım.
Resmo’da yaşamak iyice zorlaştıktan sonra oradan ayrılırken, insanlar yanlarına mezar taşından besledikleri ata kadar, bugünkü aklımızla yadırgayabileceğimiz şeyler alıyorlar. Kerim Dayı İlyada, gramofon ve pandüllü saati, Gülfidan Erotokritos’u alıyor.” İnsan eşyalarıyla birlikte yaşıyor, onlarla birlikte yaşlanıyormuş meğer.” ifadesiyle belirttiğiniz gibi eşyaların insanlar için anlamları var. Bu anlamlar Zesto Psomi’de nasıl yer alıyor ve olay kurgusu içinde şekilleniyor?
Evimize gelip nasıl bir yaşam alanı kurduğumuzu gözlemleyen kişi, zevklerimiz, kişiliğimiz, nasıl bir insan olduğumuz hakkında yargılara varabiliyorsa eşyalarımıza bakarak yapıyordur bunu. İnsanlar eşyalarıyla birlikte yaşayıp onlarla birlikte yaşlanıyor, onlarla bir anlam, bir kişilik kazanıyorlar. Eşyaların çoğunu biz seçiyoruz ama bir süre sonra bizi o seçtiğimiz eşyalar tanımlamaya başlıyor. Ve asıl dayanılmaz olan, eşyaların insanlardan daha uzun ömürlü ve daha dayanıklı olması. Babaannemin Girit’ten gelirken getirdiği eşyalardan bazıları benim evimde şu anda, eğer kullanmak isterlerse benden sonraki kuşaklarda bile yaşamayı sürdürebilir sağlamlıkta. Yanlarında getirdikleri eşyalar duruyor ama o eşyaları onca zorlukla taşıyıp getirenler yok; anıları bile eskidi. Örneğin adını taşıdığım babaannemin annesi Feride Hanım’ı görüp tanıyan son kişi benim. Benden sonra öyle bir kişinin yaşadığını anımsayan bile kalmayacak. Evin diğer sakinleri de bırakmak zorunda kaldıkları eşyalarla ilgili çok şey hissetmişlerdir ama duvarından kapısına, tavanından ocağına her santimine eli değmiş Hamide Hanım, kapıyı çekip çıkarken neler hissetmiştir acaba? Gözü günler geceler boyu emek emek ördüğü perdelere takılsa mesela… Üstelik yeni geleceklerin o eşyaların değerini bileceği yolunda en küçük bir gönül rahatlığına sahip değilken… Tam şu anda çevreme bakıyorum. Gözümün değdiği her şeyin benim için bir anısı, bir anlamı var. El emeğiyle yapılmış şu kalem ve kâğıt kutularını bir dostum hediye etmişti. Bu fincanı çok beğenmiş, Ankara’dan satın alıp getirmiştim. Sapı çiçekli yeşil kalemi imza günlerinden birinde bir kız çocuğu “Sizin olsun,” diye elime tutuşturmuştu. Şu anda “Toparlan, gidiyorsun,” dense neyimi alır, hangi eşyamı gönül rahatlığıyla bırakabilirim ki…
“Erkekler kadınlar kadar konuşkan değil.” diyorsunuz kitapta. Eşini kaybetmeyi erkeklere verilmiş ilahi bir ceza sayan Kerim Dayı; karısının gönlünü yeterince hoş edemediği, ona olan sevgisini dile getirmekte aciz kaldığı için karısının öldüğünü düşünüyor. Öte yandan zorunlu olarak evlenen Havva Hanım, Hamide Hanım ve Gülfidan, evlenme şekilleri birbirine benzeyen üç kadın. Âşık olup evlenen ama sessizliği okurun da içine işleyen Emine’yi de düşünerek sormak istiyorum. Kadınların konuşkanlığı, Emine’nin sessizliği üzerine neler söylersiniz?
Kerim Dayı’nın düşüncesi doğru. Hayatını sürdürmek için annesi, ablası, karısı ama bir kadına muhtaç olan erkek, çoğu zaman, onu kaybettiğinde anlıyor hayatını sürdürmesini sağlayan kadından bir teşekkürü bile esirgediğini. Ama o zaman da çok geç kalmış oluyor. Kadını öldüren belki de bu değerbilmezliktir. Konuşma-susma konusuna gelince… Çoğumuzun bildiği gibi, çok konuşanlar genellikle boş konuşurlar. Eski öykülerimden birindeki yaşlı kadını, “Oysa ben severim susanları. Susanlar kendi aralarında ikiye ayrılırlar: İçlerinden konuşanlar, içlerinden de susanlar. İkinciler aptaldır,” diye düşündürdüğüm aklıma geldi şimdi. Susmak, çok zaman konuşmaktan daha değerlidir aslında. Acıların dili yoktur mesela, acılar dilsizdir, suskunluktur. O çok konuşan kadınlar da sıra acılarını dillendirmeye geldiğinde susmuşlardır hep. Robert Lee Frost benden daha güzelini söylemiş: “Dünyanın yarısı söyleyecek bir şeyi olan fakat söyleyemeyen, öteki yarısı da söyleyecek bir şeyi olmayan ama durmadan konuşan insanlardan oluşur,” demiş. Söylemeye gerek yok; Emine birincilerden. Söyleyecek çok şeyi olan ama susanlardan.
Madinada söyleyen, masal anlatan, kâhin olarak görülen Kerim Dayı Kadinine ve ailesinin yanında yaşıyor ama onlarla bir akrabalığı yok. Çocuk ya da kadın bir şekilde daha anlaşılır fakat yaşını başını almış bir erkeğe kol kanat gerip yuvaya almak zor bir şey. Kerim Dayı’nın yabancı olduğu bir yuvaya kabul edilmesi nasıl mümkün oluyor?
Kimse adını koymuyor ve sorgulamıyor olsa da akrabalardan biri Kerim Dayı, tümüyle yabancı değil. Ne Hasan, Kerim Dayı’nın büyükbabası olarak bilinmesinden rahatsızlık duyuyor ne de Kerim Dayı kendisini yabancı sayıyor. İnsanlığın henüz masumiyet çağını yaşadığı bir dönemde böyle şeyler oluyor ve doğal kabul ediliyor. Kimsesiz kalmış bir akrabanın cinsiyetine bakılmıyor; o akrabanın bütün yükü, “Sofraya bir tabak fazla konacak”tan ibaret görülüyor. Çocukluğumda hayal meyal hatırladığım bir Kerim Dayı vardı. Zeytinlikten dönerken babaannemin evine uğrar, ya bahçe kapısında ayaküstü sohbet edilir ya da bir kahve içmeye içeri gelirdi. Aklımda onunla ilgili başka hiçbir şey olmadığı için ona bir kişilik kazandırmak bana düştü. Bilge bir kişilik olarak romana kendiliğinden girdi ve bir uzak akraba olarak Hüseyin Efendi’nin evinde yer buldu. Ama evin erkeğinin ölümünden sonra, Ayvalık’ta onlardan ayrıldığına dikkatinizi çekmek isterim. Kendisine yeni bir yaşam kurma şansı bulunduğunu öğrenince bu şansı değerlendiriyor ve yaşamını aileden ayırıyor. Hamide Hanım’ın dul bir kadın olarak yaşamaya başladığı evde artık Kerim Dayı yok.
Resmo’dan ayrılırken bindikleri gemide Türkçe bilmedikleri için tepki gösterilen, itilip kakılan Giritlilerin Ayvalık’a geldiklerinde belki de yaşadıkları en acı hususlardan biri konuştukları dil ile ilgili oluyor. Kadinine, Kerim Dayı’nın ayrı bir evde yaşamaya başlamasıyla birlikte dilini de kaybediyor.” Bize Türkçe öğretmekten ümidi kesince Ayvalıklılar Giritçe öğrenmeye başladı.” diyor romanınızdaki kişilerden biri. Ekmek almaya giden Hamide Hanım Türkçe bilmediği için eli boş dönmeyi göze alıyor. Türkçemiz ve dil konusundaki çalışmalarınızın romanınızdaki yansımaları üzerine konuşmak isterim.
Türkçe “Off” yayımlandığında benim çoğu ödüllü dört ya da beş öykü kitabım ve çocuk kitaplarım vardı. Türkçe “Off” onları gölgede bırakınca çok kişi dilci kimliğimle tanıdı beni. Oysa edebiyat ve dil her ne kadar iç içe geçmiş olsa da iki ayrı, bağımsız alandır ve ben dilci olduğum kadar edebiyatçıyım. Bu kitap aslında bir anlamda dilciliğimle edebiyatçılığımı birleştiriyor. Türkçeye özen gösterilmesini sağlamak için otuz yıla yakındır verdiğim emeğin, yalnız Türkçeye değil, bütün dillere gösterilmesi gerektiğini söylemeye çalıştım bu kitapla. Çünkü diline gösterilen saygı, doğrudan insana gösterilmiş saygıdır. Ayrıca kimsenin kendi dilini baş tacı edip başka dilleri küçümseme gibi bir lüksü yok. Beş kişi bile konuşuyor olsa o dile sahip çıkmak insanlığın boynunun borcudur. Bunu anlamak için epey uzun bir yol kat etmek gerekiyor. Çocukluğumda “Türkçe konuşun,” diye bağıra çağıra susturduğum büyüklerimden özür dilerim. Kendi dillerini konuşmaya elbette hakları vardı. Herkesin hakkı var. İnsan diliyle var olabilen bir canlıdır çünkü. Dilini yasakladığımız kişiye en büyük zulmü yapmış oluruz.
Türkçe konusuna gelirsek… Amerikan İngilizcesinin bütün dillere teknoloji odaklı başlayıp kültürel saldırıya dönüşen bir akını var. Türkçeyi Dil Devrimi ile bir yabancılaşmadan kurtardığımızı düşünürken başka bir yabancılaşmanın, yeni türde bir Osmanlıcanın, batı dilleriyle harmanlanmış karma bir dilin içine sokmak üzereyiz ya da çoktan soktuk, farkında değiliz. Bir yandan Amerikanlaşmayla birlikte gelen İngilizce akını, öte yandan unutulduğunu sandığımız Arapça ve Farsça sözcüklerin siyasi yönelim yüzünden yeniden kullanıma sokulması, Türkçeyi her geçen gün, içinden çıkılmaz bir duruma getirmekte yeniden. Ben de elimden geldiği, dilim döndüğü kadar Türkçe üzerinden dilin önemini vurgulamaya, dillere sahip çıkmanın doğaya sahip çıkmak kadar önemli olduğuna dikkat çekmeye çalıştım şimdiye kadar; yaşadığım sürece de çalışacağım.
Mustafa Kemal’in sebep olduğu bir göç ile yerinden yurdundan olan insanlar ve bu insanların Mustafa Kemal adını çocuklarına koyması. Nasıl oluyor böyle bir şey? Büyükleriniz bununla ilgili neler yaşamış ve neler konuşmuşlar?
Onları yeni vatanlarına kavuşturan kişi olarak saygı duymuşlar Mustafa Kemal’e. Romanda da yansıtmaya çalıştım, çok badireler atlatmışlar. Komşularının çoğuyla sıcak dostluklar kurdukları halde Rum çeteler tarafından çeşitli dönemlerde hep taciz edilmişler. Tarihsel süreçte Osmanlı adadan elini eteğini çekince rahatsızlıkları had safhaya çıkmış. Bu yüzden Mustafa Kemal onları anayurtlarından süren kişi olarak değil yaşamlarını borçlu oldukları kişi olarak yer almış hayatlarında. Bu durum benim yaşamımda da çok belirgin. Benim babamın adı da Mustafa Kemal’di ve babam hayatı boyunca Mustafa Kemal’i de ilkelerini de partisini de savunmaya devam etti.
Gemide yolculuk sırasında zabitin Gülfidan’la konuştuğunu gören Hasan, zabit ile kavgaya tutuşuyor. Kavganın sebebi üzerine insanların fısıltı halinde söyledikleri, gerçeklerden daha kuvvetli bir etki yaratıyor. Fısıltı bağırmaktan etkili midir?
Hiç kuşkunuz olmasın. Sürekli bağıranlar, bağırarak kendilerini haklı çıkarmaya çalışanlar çoğaldıkça fısıltının gücü artıyor. Bağıranların çoğunun doğru söylemediğini, yalanlarına inandırıcılık kazanmak için bağırdıklarını zaman içinde öğrendik hepimiz. Bağırmak çok zaman karşı çıkışları bastırmak için yükseltilen ses demek olurken fısıltı yeni bir anlam kazanıyor; baskılar yüzünden söylenemeyeni dillendirmek anlamına geliyor. Belki bu yüzden, belki daha farklı nedenlerle fısıltının gücü bağırtıdan daha yüksek. İnsanlar fısıltıların doğruluğuna daha çok güveniyorlar.
Okurun kitap boyunca gelecek mi diye beklediği biri var. Gayrimüslim olmasına karşın Nikos Ayvalık’a, söz verdiği kişiden izin almak için dönebiliyor. Hüsnü, nereye gittiklerini bildiği halde neden ailesinin iyi olup olmadığını görmek için gelmedi?
Gelemezdi. Ayrıldıkları anavatanlarına dönmeleri her iki taraf için de yasaklanmıştı. O yıllarda değil, çok sonraları bile nüfus kâğıdında doğduğu yer olarak Yunanistan’daki bir şehrin adı yazanların Yunanistan’a girmesi yasaktı. Babamı doğduğu yerleri, Girit’i, Resmo’yu görmesi için götürmek istediğimde öğrenmiştim bunları ve babamı götürememiştim. Hamide Hanım’ın direğe yaslanmış kişiyi oğluna benzetmesi “Ah, keşke…” anlamında bir özleyişten başka bir şey değil. O biliyor muydu oğlunun istese de gelemeyeceğini? Buna değinmedim romanda ama gerçek yaşamdan söz edecek olursam benim ailemde kimse (kendi aralarında konuşup kararlaştırmış olduklarını sanmıyorum ama) orada kalan bir oğuldan söz etmedi. Babamın bir dayısının gerçekten de Eleni adlı bir Rum kızına âşık olduğu için onlarla birlikte gelmeyi reddetmiş ve adada kalmış olduğunu ben yıllar sonra rastlantıyla öğrendim. Girit’te kalabilmek için Hıristiyan olması gerektiğini ise romanı yazarken fark ettim. Başka türlü kalmasına izin verilmezdi herhalde. Aslında Hüsnü’nün bilebileceği tek şey, ailesinin bir gemiye bindirilip gönderildiği olabilirdi ancak. Nereye gitmek, nerede yaşamak istedikleri kimseye sorulmamıştı ki… Hüsnü değil, kendileri bile bilmiyorlardı bindikleri geminin hangi limanda demirleyeceğini. Yani Hüsnü istese de gelip arayamazdı ailesini.
Cunda’daki zeytinliği iş kurmak için satan Yusuf Ağa’ya sandalcının ettiği oyun bu süreçte yaşananların bununla sınırlı olmadığını gösteriyor. Kitabı yazarken etraflı araştırmalar yaptığınız verdiğiniz detaylardan anlaşılıyor. Araştırma ve okumalarınızda rastladığınız, okurlarınızla paylaşabileceğiniz neler var?
Pek çok kişi nüfus değişiminin Türkler ile Yunanlılar arasında yapıldığını sanıyor. Oysa milliyet önemli değildi; mübadele Müslüman nüfus ile Ortodoks Hristiyan nüfus arasında yapıldı. Hristiyan oldukları için Türkiye’den gönderilen Türkler olduğunu duymuştum ama karşı tarafta da benzer bir olayın yaşandığını bilmiyordum. Osmanlı, Müslümanlardan daha düşük vergi alırmış; birçok Rum sırf bu yüzden Müslümanlığa geçmiş. Ve mübadelede onlar da gönderilmiş. Babamın dayısının Hıristiyan olmadan adada kalmış olmasının olanaksız olduğunu da (az önce söylediğim gibi) romanı yazarken fark ettim. Osmanlı’nın Girit’te “mecburi iskân” yaptırıp yaptırmadığı; yani Karaman’dan Girit’e zorunlu bir göçün yaşanıp yaşanmadığı konusunda da emin olamadım. Bilindiği gibi Girit, çeyrek yüzyıl kadar Osmanlı donanmasının kuşatması altında yaşamış. Bu çok uzun bir süre. Müslümanlığın Konya’dan ya da Karaman’dan getirilenler aracılığıyla mı yayıldığı, yoksa bu kuşatma sürecinde Osmanlı donanmasından Rum kızlarıyla evlenerek din değiştiren askerler sayesinde mi yayıldığı hâlâ kafamda net değil.
Kaçırılan Elfiye ve Zehra’nın yaşadıklarını, çocuklara verilen isimlerden dolayı Giritlilerin kapısına gelen askerlerin can acıtan davranışlarının yanında Girit’ten Ayvalık’a gelen Türklerin oradan ayrılmadan yaptığı bazı olumsuz şeylere de değiniyorsunuz. Bütün bunlar siyasi yönü de olan bir olayı siyasi yönünü çok da belirginleştirmeden işlediğinizi, olaylara dışarıdan bakabildiğinizi gösteriyor. Bunu nasıl yapabildiniz?
Mübadele olayını değil, mübadeleyi yaşayan insanları anlatmak istedim; başka bir deyişle olaya değil, insana öncelik vermeye çalıştım. Amacım iki yakada yaşanan acıları yarıştırmak ya da olayın tarihsel süreçte nelere yol açtığını irdelemek değildi. Kendimi evini, yurt bellediği ülkeyi terk etmek zorunda kalan ve dilini bile bilmediği bir ülkeye gönderilen insanların yerine koyup o insanların neler yaşadıklarını anlamaya ve bunu anlatmaya çalıştım.
Gülfidan’ın kendisi ve hayatıyla ilgili kuvvetli anlamlar bulduğu ve yanında getirdiği Erotokritos’un kabının içinde saklanan mektuplar var. Açıkçası ben çok merak ettim bu mektuplarda ne yazıyor diye. İçeriğini tahmin edebildiğimiz bu mektuplara niçin yer vermediniz?
İçeriğini tahmin edebileceğinizi düşündüğüm içindir belki de. Aslında roman kişilerime eşite yakın bir uzaklıkta durmaya ve hepsine aynı yeri ve değeri vermeye çalıştım. Romanımın bir aşk etrafında şekillenmesini, Gülfidan’ın aşkını ana eksen almasını istemedim. Mektupları öne çıkarmak okuru o aşka kilitlemek anlamı taşıyabilirdi. Oysa en başından Gülfidan’a yaşatacağım aşkın imkânsızlığını biliyordum. Çocukça bir aşktı, çocuk temizliğinde başlamış ama çiğnenmesi olanaksız birtakım dayatmaları aşabilecek güce asla ulaşamayacağı belli bir aşktı. Mutlu sona ulaşması inandırıcılığı zorlardı; dolayısıyla okurun böyle bir olasılığa kilitlenmesini istemedim. Benim için ailenin bütün bireylerinin yaşadıkları ve yaşayacakları dönüşüm söz konusuydu. Ve yeni geldikleri yerde onları karşılayan koşullara uyum sağlamak zorundaydılar çünkü romanlaştırdığım yaşam gerçeği buydu.
Zeytinliklerinin sayısını bilmeyen mülk zengini Yusuf Ağa ile dikili tek ağacı olmayan Kerim Dayı’yı eşitleyen bir süreci yaşayan insanlar, sarsıcı bir dönüşümü de deneyimlediler. Karakterlerinizin dönüşümü, yaşamak zorunda oldukları yeni yerdeki etkileri ve köklerinizden bugüne taşınan duygular ve izler üzerine Zesto Psomi ve Feyza Hepçilingirler’de okurlarınız neler bulacak ?
Ayvalıklı olduğumu yaşamöykümde ısrarla belirtirim ama bundan mübadil olduğum sonucu kendiliğinden çıkmaz. Okurlarım benim mübadil kimliğimle bu romanda ilk kez karşılaşmış olacaklar. Ayvalık, yerli halkı olmayan bir ilçedir. Mübadeleden önce devlet tarafından görevlendirilenler dışında halkının çoğunluğunu Rumlar oluşturmaktaymış. O yüzden mübadelede Rumlar gönderilince yeni gelenlerin en çok yerleştirildikleri yerlerden biri olmuş. Çocukluğumda aileler geldikleri yerlere göre adlandırılırdı. Yereliler vardı, Boşnaklar, Midilli’den gelenlere kısaca “adalı” denirdi; Girit’ten gelenler “Kırtikos” diye anılırdı. Herkesin bir yerlerden gelip yerleştiği bir yerdi Ayvalık ve on beş yaşıma kadar bütün çocukluğum Ayvalık’ta geçti. Roman kişilerimin birçoğunun yaşamda karşılığı var. Hasan hayali bir kişiliktir ama Girit’te kalan ve benim Hüsnü adını verdiğim kardeş, gerçek. Babaannemi biraz Gülfidan’da biraz Hamide Hanım’da yaşatmaya çalıştım. Son bölümde yer verdiğim Emine, annemdir. Havva Hanım da anneannem. Onların adlarını değiştirmedim. Benim çocukluğum bu iki zıt kültür arasında geçti. Adalı anneannemin evi ile Giritli babaannemin evi arasında bir sokak kadar uzaklık ama dünyalar kadar yaşam farkı vardı. Anneannemin evi tipik bir Türk eviydi; babaannemin tarafı ise Avrupalı gibi yaşardı. İnsanın kişiliğini çocukluğu belirlermiş; benim kişiliğimi belirleyen de belli ki bu iki farklı kültür olmuş.
edebiyathaber.net (12 Ocak 2024)