Söyleşi: Mehmet Özçataloğlu
Türkçe üzerine uzun yıllardır çalışan, yeni kuşakların dili düzgün kullanması için çabalayan Feyza Hepçilingirler’le Kırmızı Kedi etiketiyle yayımlanan “Edirne’den Gelen Mektup” çerçevesinde söyleştik.
Çokça tartışılan bir konuyu sorarak başlamak istiyorum. Mektup, bir edebi tür müdür?
Yayımlanmak üzere yazılmış olanlar, evet. Yazarın isteği doğrultusunda, onun onayı alınarak ya da kendisinin seçerek yayımlanmasını uygun gördükleri için de evet. Ama yazara rağmen, hele yazar öldükten sonra toplanıp yayımlanan mektuplar için, hayır! Bu durumda mektubun edebi bir tür olup olmadığından daha önemli soru: Böyle bir davranış yazara / şaire saygısızlık değil midir? Ahlak ölçüleriyle ne kadar bağdaşır? Çok merak ediyoruz, biliyorum. Kimleri sevmiş, kimlerden nefret etmiş, kimler hakkında neler söylemiş… Hepsi ilgi ve merakımızı gıdıklayan şeyler… Yayımlanmış olanları okumak konusunda zaman zaman merakımıza yenilsek de yayımlamaya hakkımız olmadığını düşünüyorum. Kaldı ki eşe dosta yazılmış mektuplar edebi tür kapsamına girmeyeceği gibi, yayımlandığında yazar hakkında oluşmuş değer yargılarını da zedeler.
Günümüzde mektup pek kullanılmıyor ne yazık ki. Yaşadığımız hız çağına uygun şekilde kısa ve hızlı mesajlar, elektronik postalar ya da anlık iletilerle haberleşiyoruz. Tabii bunlar asla bir mektubun yerini tutamaz. Sizin için mektubun anlamı nedir?
Mektup benim gençliğimde yazmaya üşendiğimiz ama alınca sevinçten havalara uçtuğumuz en yaygın iletişim yoluydu. Bugünkü hızlı haberleşmelerden en büyük farkı, kalıcı olması. Elli yıl önce yitirdiğim, yüzünü anımsamakta zorlandığım annemin mektupları istediğim an ulaşabileceğim bir uzaklıkta, şurada duruyor. Oysa birkaç ay önce gönderilmiş bir iletiyi bulmak için, ilgili ilgisiz bir dolu şeyi gözden geçirmek, bir sinir harbi yapmayı göze almak gerekebilir. Birkaç yıl önceki anımızı Facebook anımsatmazsa anımsayacağımız yok. Yaşadıklarımız, yaşama hızımızdan daha yüksek bir hızla bizden uzaklaşıyor. Mektup da o hızla uzaklaşıp çıktı yaşamımızdan, anımsananlar arasına karıştı. Ben bugünün çocuklarına mektup adlı bir sevinci anımsatmak istedim.
“Ardahan’dan Gelen Mektup”, “Ayvalık’tan Gelen Mektup” ve “Edirne’den Gelen Mektup.” Sırada Adana var kitaptan öğrendiğimiz kadarıyla. Sonrası için planınız var mı? Tüm illerden mektup gelecek mi bize?
Tüm illerden gelmeyecek. O kadarına ömrüm yetmez. Edirne ve Ardahan önemliydi. “Edirne’den Ardahan’a kadar / Bir toprak uzanır / Boz kanatlı üveyikler üstünden uçar / Ardahan’dan Edirne’ye / Edirne’den Ardahan’a kadar” diyen Cahit Külebi’ye bir selam demekti; yurdu iki ucundan kucaklamak anlamına geliyordu. Ayvalık ise memleket kontenjanından araya girdi. Böylece Marmara , Ege ve Doğu Anadolu bölgelerinden birer mektup kitabı gelmiş oldu. Şimdi düşündüğüm bu turu, yedi bölgeye tamamlamak. Bu demektir ki sırada Akdeniz, Karadeniz, Güneydoğu ve İç Anadolu bölgeleri var. Bu dört bölgeyi kendi aralarında da mektuplaştırabilirim. Henüz kesin bir kararım yok.
Bu kitapları birbirinden ayrıştıran nedir acaba? Sadece mektupların geldiği adres mi?
Kitaplar hem birbirine bağlı hem de bağımsız olsunlar istiyorum. Yayımlanmış olanlarda Diyar vardı ve anneannesinin aracılığıyla (daha çok “zoruyla”!) mektup arkadaşları ediniyordu. Bundan sonraki kitaplarda kahramanları değiştirmeyi planlıyorum. Adanalı Berke ile örneğin Sinoplu Selim mektuplaşsın. Amacım yalnızca “mektup” kavramını bilmeyen çocuklara mektubu tanıtmak değil. Mektubu aracı olarak kullanıyorum. Asıl amacım, ülkelerini tanımalarını, tanıyarak daha bilinçli olarak sevmelerini sağlamak. Çünkü inanıyorum ki ülkesini, ülkesinin kültürünü, güzelliklerini tanıyan, değerini bilen çocuğun sevgisi, onun ilk fırsatta kapağı yurt dışına atma çabasını önler, yurdunun değerlerine sahip çıkmasını, kültürünü ve elbette dilini korumasını sağlar.
Bu kitapların doğuş hikâyeleri nedir? Neden bu kitapları yazma gereksinimi duydunuz?
Bugünün çocuklarını mektupla tanıştırma düşüncesi kafamda çoktan beri vardı. Dillerine sahip çıkma bilincini çocuklara kazandırma isteğini ise Türkçe mücadelesine girdiğim günden beri taşıyordum. Bunlar için bir anlatım yolu, bir biçim bulma arayışındaydım. Sonra bir gün “Türkü Çocuk” hakkında söyleşmek üzere gittiğim okulda buldum aradığım çıkış yolunu.
Çocuklara türkü derlemenin ne olduğunu sormuştum. Bilmiyorlardı. Örnek vermek için, “Diyelim anneniz ya da babanız Kütahya’ya atandı. Orada daha önce duymadığı türkülerin söylendiğini duyar, bunların unutulmasını önlemek, başkalarına da ulaşmasını sağlamak için kayda geçirirse, o türküleri derlemiş olur,” diye anlatıyordum ki aklıma geldi. “Kütahya’yı gören var mı aranızda?” diye sordum. Yoktu. “Elazığ’ı, Sivas’ı, Uşak’ı, Mardin’i?” Yoktu. Mardin’i görmemişlerdi ama Madrit’i görmüşlerdi. Paris’i? O-hoo… Herkes görmüştü. Roma’yı, Londra’yı, Viyana’yı, Prag’ı… Her birini gören vardı. “Amerika’ya bile gittik biz,” dedi biri hatta. İlginçti! Kendi ülkesini tanımayan çocuklar Avrupa’nın pek çok kentini görmüşlerdi. Ülkelerini mektup yoluyla tanımalarını sağlama düşüncesi o zaman doğdu kafamda, aradığım formülü bulmuş oldum. Çocuklarla söyleşinin bundan sonrası da ilginçti aslında. Bana bir Türkiye gerçeğini göstermişti. “O zaman köyü hiç bilmezsiniz siz,” dedim. “Köye gitmiş, herhangi bir köy görmüş olanınız var mı?” İnanamazsınız, bütün eller havada. Biri diyor ki: “Benim anneannemin köyde evi var. Biz oraya gittik.” Öbürü dedesinin köyünden söz ediyor. “Biz geçen yaz ninemin köyüne gittik,” diyen…Nineler, dedeler köyde. Sonraki kuşak köyden kopmuş, gezmek denince de Anadolu’nun herhangi bir yerinden önce, Avrupa gelir olmuş akıllara. Gittiğim okulun kolej olduğunu söylemeyi unuttum ama sanırım zaten buna gerek kalmadı.
Kitapta, yurtdışında yaşayan Diyar’ın kırık Türkçesini düzeltmek için mektup arkadaşı arayan anneannenin çabasını ve sonrasında gelişen olayları okuyoruz. Kişinin anadilini düzgün kullanması çok önemli. Mektuplaşma bir yolu olsa da bunun dışında vereceğiniz ipuçları da var mıdır? Sadece yurtdışında yaşayanlar için değil, yurtiçindeki çocuklar için de…
Türkçeyi koruma, kollama, yaşatma umudumu çocuklara bağladığım için yedi – sekiz yıldır neredeyse tümüyle çocuklara yazıyorum. Kültürlerinin önemli bir zenginliği olan türkülerle tanışmalarını (Türkü Çocuk) sağlama isteğim de bundandı; yalnız çeşitli bölgelerden gelen mektuplarla değil, aynı mahallede, aynı çıkmaz sokakta oturup aynı okula giden çocuklar (Sihirbaz Babam) aracılığıyla yaşıtlarını, arkadaşlarını, dolayısıyla kendilerini sevmelerini, özgüven duymalarını sağlamaya çalışmam da. Harflerden başlayarak (Harflerimizin Gizli Dünyası), noktalama işaretleriyle buluşturmaya (Kanatlı Nokta ve Pelin), Türkçe yanlışlarıyla yüzleştirmeye (“Off” Dilim), deyimleri kullanım içinde, rol yaparak, öğrenmelerini sağlamaya (Dut Yemiş Bülbül) ve yazma eylemiyle aralarını düzeltmeye, yazmanın aslında ne kadar zevkli bir uğraş olduğunu göstermeye (Yazarlık Sınıfı) kadar her yolu deniyorum, deneyeceğim. Yabancı dile, (bu yabancı dil, son zamanlarda yalnızca İngilizce olduğuna göre) İngilizce öğrenmeye verdiğimiz önemi Türkçeden esirgemeyerek, çocuklarımızın anadillerini bütün boyutlarıyla öğrenmelerini sağlamak zorundayız. Hiçbir insan dilinden daha fazlası değildir. Bir insan ancak dili kadar düşünüp dili kadar hissedebilir. Yabancı dil öğrenme yolları Türkçe için de kullanılmalı. Nedir bu yollar? Okuma, dinleme, konuşma, yazma. Biz de çocuklarımızın özenli bir dille yazılmış, özgün kitaplar okumasını, o kitaplarda durumların, kişilerin, olayların nasıl anlatıldığına dikkat etmesini, dil kullanımının farkına varmasını sağlamalıyız. Evde, okulda, sokakta duyduğu ile yetinmeyip güzel bir Türkçe dinletebilmeliyiz ona. (Bunu bulmanın günümüzde epeyce zor olduğunu biliyorum ama masal, öykü kayıtları çare olabilir.) Ve tabii bu arada anlayarak dinlemenin önemine dikkatini çekmemiz, etkin bir dinlemenin en az konuşmak kadar önemli olduğunu anımsatmamız, hatta bunu öğretmemiz gerekebilir. Yazma konusu da çok önemli. Günlük tutmaya, uyaklı sözcüklerle manzumeler karalamaya özendirilebilir çocuk, okuduğu öykü ve masalların benzerlerini yazma konusunda isteklendirilebilir. Bir de konuşturmak… Onunla uzun uzun söyleşmek, okuduğu kitabı, izlediği filmi, tanık olduğu olayı, herhangi bir konu hakkındaki düşüncelerini, dünyanın ve Türkiye’nin politik gündemini hatta, ne kadar anladığını, nasıl anlattığını sözünü kesmeden sabırla dinlemek gerek. Gerektiğinde incitmeden, kırmadan uyarılar yapmak, arada düşünce geliştirme yollarını sezdirmek… Kimse konuşmadan güzel konuşmayı, yazmadan güzel yazmayı öğrenemez. Ve unutmayalım, anadilini iyi bilmeyen yabancı dili iyi öğrenemez. Anadili ne kadarsa kişinin, yabancı dilinin boyutları ancak oraya kadar genişleyebilir; o sınırları geçemez. Hiçbir yabancı dil, insanın anadilinden daha öncelikli, daha değerli, daha önemli değildir.
edebiyathaber.net (15 Mart 2021)