Söyleşi: Şule Tüzül
Bitirgen. Bu coğrafyanın, ya da belki dünyanın bütün coğrafyalarının kız çocuklarından biri. Gülüşü, coşkusu, düşleri ve özlemleri kadar kederi ve yazgısı ile… Zaman zaman kahkahalar attırdı bana, zaman zaman boğazımı düğümledi. Nasıl da kendisinindi sözcükleri; ancak bir çocuğun saflığını taşıyacak kadar katıksız, doğal, doğrudan… Ve nasıl da akıllı sözcüklerdi; bir yetişkinin dillendirmeye cesaret edemeyeceği kadar cesur, güçlü ve gerçek!
Sonra büyüdü Bitirgen. Pala Hayriye oldu. Bitirgen’de ne kadar kendimizi bulduysak, Pala Hayriye’de de o kadar kendimizle karşılaştık. Ne kadar da bizdendi, ne kadar da içimizdendi. Kendini değil de içimizde ne varsa onu seslendiriyordu; çaresizliklerimizi, isyanımızı, söylemek isteyip söyleyemediklerimizi.
Bitirgen’i de Pala Hayriye’yi de yalnız bıraktı bu toplum. Yalnız bıraktık. Bu coğrafyada kız çocuğu olmanın, kadın olmanın yazgısını bir kere daha bir kere daha yaşasınlar istedik. Pala Hayriye kırkını geçti, Hayriye Hanım oldu. Yorgundu, kırgındı. Bu yeni çağ, tüm yaşananların üstüne bir o kadar daha yük bindirdi Hayriye Hanım’ın omuzlarına. Baş edilir bir ağırlık değildi. Tam da en yakın arkadaşı Rüya yaşanmayan yılları yaşayabileceklermiş gibi geldiğinde, kimseye bir şey demeden ortadan kayboldu Hayriye Hanım. Rüya sayesinde öğrendik Hayriye Hanım’ın taşınmaz yükünü. Hayriye Hanım da bizi bize anlattı. Sahi Hayriye Hanım’ı kim çaldı?
İsmini kitaplarının önüne geçirmekten itinayla sakınan Figen Şakacı ile, belki bu yüzden, yenilerde karşılaştım. İyi ki karşılaştım ve üçlemesini okuyup kapısını çaldım…
Üç kitabınızda da yalnızlık ana temalardan biri. Üstelik çok koyu, derin bir yalnızlık. Yine de kurgunuz, cümleleriniz çıkışsız değil, çok ama çok uzakta bir ışık hissi de var. Zaten üç kitapta da güçlü bir ironi canlılığını hiç yitirmiyor. Bu bilinçli bir tercih mi? Okuru en dibe götürüp çıkışı kendilerinin bulmasını da isteyebilirdiniz. Rahatsız etmek, şaşırtmak, sarsmak sizce nasıl olmalı edebiyatta? Buradan yola çıkarak teknik ve kavramsal olarak yazarken nelere öncelik verdiğinizi, yol ve yöntem tercihlerinizi öğrenebilir miyiz?
Üç roman da parçalı metinlerden oluşur ve ele aldığı dönemin toplumsal olaylarına yer verir. Örneğin Pala Hayriye’de, Metin Göktepe’ye bir mektup vardır. Çünkü 90’larda gazetecilik yapan bir karakterin 26 yaşında dövülerek öldürülmüş bir meslektaşına kayıtsız kalması düşünülemezdi. O linçle ölüm, aynı zamanda Hayriye’nin de gazetecilikle ilişkisinde kırılma noktasıydı. Dolayısıyla bu seçtiğim dönem vakaları bilinçlidir ama çok akılla yazmayı tercih etmem. Yazar olarak kendimi metnin arasında göstermekten de hoşlanmam. Bitirgen’de de buna özen gösterdim. Kitaplarımda fazladan edilmiş herhangi bir söz gösteriş gibi gelir bana, geveze bir yazar olmaktan çok korkarım.
Bir kitabı okurken bazen benim de dibe doğru gittiğim olur. Ama metnin beni hangi hızda aşağı çektiğini ya da hangi hızda nereye götürdüğünü, ona nasıl teslim olabileceğimi bilmek isterim. Burada da terazimin bir kefesinde dil vardır, aldığım lezzeti dille tartarım. Evet yazar rahatsız eder, huzursuz eder ama amacı tamamen buysa ve hikâyesini de buna alet ediyorsa okur olarak huysuzlanırım. Orada sanırım üslupla ilgili bir sorun var demektir. Benim yazıyla birebir ilişkim duygudaşlıktır, başka bir dünyaya tek kişilik biletim cebimde gidip gidip gelirim. Yazıyla arama okuru katmam, yazar olarak kendimi vitrine de koymaktan hoşlanmam. Bir edep edindiysem eğer yazarlıktaki şiarım budur. Okuduğum metinlerde de bilmişlik taslayan, güzel aforizmik cümlelerle beni nereden vuracağını, nereden tavlayacağını bilen bir yazarın metnini okumayı tercih etmem.
Yalnızlık konusuna gelince; evet, her üç kitapta da bir yalnızlık var. Bu bir çağ yalnızlığıdır. Bitirgen, çocuk yalnızlığıdır. Pala Hayriye ise, bir uyumsuzun, kendini bu dünyaya uyduramamışın, sarsak yalnızlığıdır. Daha yalpalayan bir yalnızlıktır o. Hayriye Hanım ise topyekûn bir reddiyeci, eyvallahsız bir yalnızdır.
Hayriye Hanım’ı Kim Çaldı?’da anlatıcı olarak yine Hayriye’nin sesini duymayı bekliyordum açıkçası. Romanın hem anlatıcısının Rüya olması hem de Hayriye’nin yaşamına başka bir göz aracılığı ile bakmak oldukça farklı bir yere götürmüş kitabı. Üstelik ilk iki romanınıza nazaran çok daha yoğun, çok daha fazla kavram ve olay var.
Pala Hayriye’nin sarsaklığı yaşa özgü bir şeydi. O yaşın diline özgü bir anlatımı vardı. Üçüncü kitapta ise tematik olarak kitabın ruhuna nüfus eden şey yaşlılık ve yavaşlık. Bir kadının bedeninde yaş almayla birlikte var olan değişimlerle; ülkenin kendisinin de hızla yaşlanması, deforme olması, yani beden ve ülke, beden ve şehir, mekân, beden ve zaman, bunların eskimesi, yaşlanması, tükenmesi üzerine yoğunlaştım. Hayriye’nin bedeninde var olan değişimlerle tanık olduğu değişimler arasında yaşlılığa benzer birtakım denklikler diyebileceğim şeyler var. Dolayısıyla her üç kitabın birbirinden ayrı dilinin bu duygulardan beslendiğini söyleyebilirim.
Yaşlılık, zaten tüm bu kavramlar üzerine düşünmek için fazla vaktimizin olduğu zamandır. Yaşantının içinde, sokakta, o hengamenin içinde Pala Hayriye’nin yaşama hızı ile Hayriye Hanım’ın yaşama hızı aynı değil. Dolayısıyla yaşantının hızı ile dilin hızını da denklemeye çalıştım. Bir de tabii ki kendi çağının diline denk gelsin, kavramlar da değişsin istedim. 80’lerde Bitirgen’in kullandığı dil, Pala Hayriye’nin kullandığı dil ve de Hayriye Hanım’ın kullandığı dil kavramsal olarak da birbirinden ayrışmalıydı. Tabii bunların hepsini ne kadar yaptım, ne kadarını başardım bu okurun tasarrufundadır.
Hayriye Hanım’ı Kim Çaldı? romanımda dilin olması, artık yaşlılıkla birlikte bedende zihinde tanık olduğu her şeyde neredeyse kıvamını da aşmış taşmış bir zihnin, delimsirek dışavurumları var. İnsan yaşlandıkça küçülür çocuklaşır. Bu da bence tesadüfi bir şey değildir. Çünkü yaşam döngümüz içerisinde tekrar başa dönüp oraları temizleme ihtiyacı duyarız. Bitirgen nasıl dışarıda neler oluyor anlayamıyor, kendi diliyle yetişkin dilinin kriptosunu çözemiyor ve kendi dilini yaratıyor ise, yaşlılık aslında fazla alınmaktan belki yorulmuşluk, artık kendine yeni bir dil bulabilme imkanını yitirmişlik, dolayısıyla belki hani bir ayağı çukurda demeyelim de çukurla ilişkisini daha yakinen kurmak demektir. Nasıl diyeyim, Bitirgen daha senfonik bir müzikse eğer, Hayriye Hanım’ı Kim Çaldı? daha yaylılardır. Yani daha kemanın, çellonun, daha dingin bir müziğin ritmi ile yazılmıştır.
Elbette üç kitaba da eşit uzaklıktasınızdır ama yine de merak ediyorum sizin için öne çıkan, daha özel olanı var mı? Ben en çok Bitirgen’i kendime yakın hissettim mesela.
Tabii. Bitirgen. Bitirgen ilk göz ağrım olduğu için bana da çok yakın. Beş yıl sürdü Bitirgen’i yazmam. Çok arkeolojik bir çalışmaydı benim için. Çok psikanalitik bir dürtülmeyle yazdım. O dile dönmek, sadece o dilin kendisine hâkim olmak değil, o çocuğun kendisi olmak için de önemliydi. Yazarken on yaşında oldum gerçekten. O benim için bir yazarlık denemesi değildi aslında. Tekrar çocuk olmak denemesiydi.
Üç kitap da kadınlığın hikayesi… Dolu dizgin yokuş aşağı gidiyoruz bu konuda. Kendimizi bir kadın olarak da bulduğumuz birçok yer var üç romanda da. Klişe olsa da cidden merak ediyorum Figen Şakacı için kadın yazar olmanın zorlukları neler? Ayrıca, Pala Hayriye’nin Güzel Yazı başlıklı bölümünde hem gazeteciliğe hem de edebiyat dünyasına oldukça sert eleştiriler var. Oradan yola çıkarak bugünün Türkiye edebiyat ortamını da değerlendirebilir misiniz? Yayınevlerinin ticari kaygılara öncelik verişi, belirli isimlerin belirli otoritelerce pazarlanması, ödüller, vs.
Kadın yazarlık bana sıkça sorulan sorudur. Sevgi Soysal’a 70’lerde bu soru sorulmuş muydu mesela? Kitapları müstehcen bulunduğunda, 12 Mart’ta cezaevine girdiğinde ve çıktığında, Tante Rosa’ları, Yürümek’leri yazdığında Sevgi Soysal’a bu soru sorulmuş muydu? Başlarına gelenler sertti, vahşiydi. O dönemin, özellikle de Cumhuriyet sonrası kadın yazarların verdikleri ürünlere bakarsanız aslında benim yazdıklarım, o geleneğin devamıdır. Leyla Erbil’in Tuhaf Bir Kadın’ı benim doğduğum yılda çıkmıştır. Leyla Hanım onu 40 yaşında yazmış. Ben 46 yaşındayım. Aynı dertle hemhâliz. Bence kadın yazar olmaktan ziyade kadınlığın bu ülkedeki tarihinden bahsetmek lazım. Niçin dönüp dönüp kadın yazarlar buna işaret ediyor ve niçin hiçbir şey değişmiyor? 70’lerden bu yana biz niçin aynı derdi dillendiriyoruz? Dolayısıyla bu çağda kadın yazar olmak ne demektir sorusuna cevap verirken, bu geleneği göz ardı ederek bir cevap vermemeliyim kendi indimde.
Edebiyat dünyası erkek bir dünya mıdır? Evet. Jürilere bakın, sittin senedir değişmez o jüriler. Hep bir erkek aklı, erkek süzgeci vardır. Bana, özellikle yazarlığımda, bir erkek çelmesi takılmadı. Her metin her yazar kendi okuruyla büyür, kendi okurunu da edinebildiği kadar edinir. Neyi gözetiyorum ben? Bir metni mi gözetiyorum, okuru mu gözetiyorum, dili mi gözetiyorum? Buradaki terazi bence bir estetik terazidir. Yoksa kadın yazar, erkek yazar meselesi değildir. Burada tabii artık edebiyatın bir meta, yazarın yapıtı ile birlikte poz verdiği bir ürün olarak piyasa değerinden bahsetmemiz lazım. Raftaki yerinizden tutun da tanıtım faaliyetinize kadar, okura ulaşmak için artık 70’lerdeki araçlardan çok daha fazlasına sahibiz. Buna koşut olarak bir takım okur tavlama yöntemleri de gelişti. Ama bu durum, metnin ya da romanın ya da hikâyenin ya da şiirin terazisini okurun elinden alıyor mu almıyor mu? Ben buna bakarım.
Benim meselem büyümekle. Benim kitaplarımda erkekler de var. Büyüyememiş erkekler de var. Ergenlikten kurtulamamış erkekler de var. Ama ergenlikten kurtulamamış bir toplum da var. Darbelerle dövüle dövüle büyümüş bir toplum da var. Şimdi bunları ne yapacağız? Bunlardan bağımsız Hayriye ele alınamaz diye düşünüyorum. Yazdıklarımda kendi çağımın tanığı olarak kurduğum cümleler var. Bunu bir kadın olarak söylüyorum diye özellikle altını çizmek bana absürt gelmeye başladı. Çok kızgın, çok vahşi bir rekabet ortamındayız. Edebiyat buradan da payını aldı. Kaç tane edebiyat dergisi kaldı? Kaç tane kültür sanat programı kaldı? Kaç tane inceleme metni, kaç tane eleştirmen süzgeci kaldı? Biz kime yazıyoruz? Eskiden kıyasıya edebiyat sohbetleri kıyasıya eleştiriler olurdu. Bunları Tomris Uyar’ın günlüklerinden ya da Leyla Erbil’in metinlerinden okuyoruz. Kıratı yüksek muhabbetlermiş. Şimdi sizin metinlerinizden bir cümle alıp, ona “hashtag” mi bir şeyler yapıyorlar, ister istemez yazar da bu değişen çağ koşullarından payını alıyor. Okurla daha yüz göz olmaya başlıyor. Daha çok beğendim beğenmedim, güzel güzel değil, şunu niye yaptınız, bunu niye yaptınız gibi, daha enseye tokat sorular soruluyor. Kitaplar daha magazinel bir meta haline geliyor. Siz de ürününüzü pazarlayan biri oluyorsunuz doğal olarak. Ben neden yıllarımı bir odaya kapanarak geçiriyorum? Deli miyim? Bundan para kazanmıyorum. Bundan kazandığım tırnak içinde “ün”, duygusal olarak evet okşuyor ama hayatımı kurtarmıyor. E şimdi peki niçin bu yaptığımda ısrar ediyorum? Bunları konuşmalıyız.
Ben sorayım, neden ısrar ediyorsunuz?
Çünkü benim bu dünyaya katlanma biçimim yazmak. Daha iyi bildiğim bir şey yok. Elbette bu denli tutkuyla bağlanacağım bir şey olsa başka bir hayatı tercih edebilirdim.
Büyüme meselesine geri dönebilir miyiz? Kitapların ana temalarından biri de bu…
Niçin büyüme meselesine bu kadar taktım? Çünkü ben aslında hiç büyümemiş, büyümeden yaşlanmış bir toplumda kadın oldum. Bunun cezasını bunun bedelini ödeye ödeye yaşıyorum. Bunu kitaplarımda bir mesele olarak evet ele alıyorum ama bunu yaşamımda da mesele ediyorum. Niçin bir kız çocuğundan başlayarak onun büyüme serüvenine tanıklık ettim? Tam da bu sebeple. Hiç büyümemiş, ama çocuksu saflığını yitirmiş, geriye gidip çocuklaşıp o naifliğe de erişemeden iyice pörsümüş, huysuzlaşmış, eli ayağı tutmaz bir yaşlı olmuş bu ülkenin serüvenini de anlatma derdine düştüm çünkü. Çocukluğu 80’lerde orta sınıf muhafazakâr bir ailede geçmiş kimi alırsanız alın Bitirgen’le öyle ya da böyle buluştukları bir nokta vardır. Eğer Bitirgen’in bir başarısı varsa bu elbette bu toplumda büyümekle ilgilidir. En önce büyümesi gereken ve beklenen kız çocuklarıdır. Her şeyi toparlaması gerekir. Erkeklerden daha olgun olması gerekir. Kaç tane kız çocuğu gerçek anlamıyla sokağın ruhuna nüfuz etmiş, çocukluğunu yaşayabilmiştir ki?
Bu kadar hızla büyümesi istenen bir cinsin aslında büyümeme inadıdır bu üçleme. Uyumsuzluğu da ondandır. Pala Hayriye’nin ya da Hayriye Hanım’ın yaşlandıkça artık iyice delimsirekleşen halleri bu öğretinin dışına çıkma yaklaşımıdır. Bitirgen’de bunun ipuçlarını görüyoruz.
Üst edebiyat diye bir şey var mı sizce?
Var tabii canım üst edebiyat var, yüksek edebiyat var, alçak edebiyat var (gülümsemeler). Yüksek edebiyat çok yüksekse ben çok alçakta olmayı, eğer çok alçaksa kenarda olmayı, çok kenarsa dipte olmayı tercih ederim. Her ne akıma beni sokuşturmaya, sığıştırmaya çalışırlarsa ben o çerçevenin mümkün olduğu kadar dışına çıkmak isterim. Ne dilde gösterişi, ne hikâyenin önüne geçecek parıltılı bir dili, ne duygular üzerine vals yapmayı, ne bildiğimi felsefeden psikolojiden tarihten derleye derleye bir edebi hale çevirip de ona buna akıl vermeyi, ne de bütün bunların yanında bir yazar olarak böbürlenmeyi seviyorum. Kim kime nereden dokunuyorsa, kendisine neler dokunuyorsa oradan yazsın. Gerisini de edebiyat tarihçilerine bıraksın. Fazladan rütbe metni bozar, saçmalamanın alemi yok!
Bir röportajınızda var olan her türlü vahamette hepimizin payı var, hepimiz sorumluyuz diyorsunuz ve ekliyorsunuz: “Bu çağın en müzmin hastalığı çaresizlik ve yalnızlık duygusu bence.” Sizce buradan çıkış var mı, nerede?
Bodrumda çocuklar öldürüldü. Biz onu seyrettik. Şehirler dümdüz edildi. Biz onu seyrettik. Bir kadının cesedi yedi gün sokakta kaldı. Biz onu seyrettik. Çocukları da camdan seyretti. Alamadılar annelerini oradan. Bunlar bizim düne kadar bildiğimiz şeyler değildi. Orada evi başına yıkılmış tuğlaların arasında kalmış bir kadınla ben yan yana gelsem ve ikimize de aynı soruyu sorsanız: çıkış nerede? O dese ki, şu sokaktan dönünce orada yengemler var, varsa eğer! Anlatabiliyor muyum? Şimdi ben onun yanında durmuyorsam bu oturduğum yerden çıkış da öneremem. Çıkış yok da diyemem, çok ayıp olur. Çünkü burada çok daha büyük bir trajedinin, büyük resmin içinde bir trajedinin içinden konuşmamız lazım. Ben İstanbul’da yaşayan bir şehirli, özgürlüğünü “kendi küçük dar alanında” yaşamaya çalışan bir kadın yazar olarak konuşuyorum. Oturduğum yerden üfürmeyi de kendime çok yakıştıramıyorum.
Hissettiğim ve tanık olduğum bu çağın çaresizliğinin devası yok. Ben bunu bir şey yazarak sağaltıyorum. Başka türlü iddialarım olsaydı onu yapardım. Arkadaşlarım hapishanede, yazarların çoğu bu ülkede bin bir dert çekmiş, ben şimdi buradan bir çıkış önermek durumunda hissetmiyorum kendimi. Bu ülkede yaşıyor olmanın, bu ülkede büyüyor olmanın herkes kadar cezasını çekiyor muyum? Benden daha çok ceza çekenlerin karşısında boynumu büküyor muyum? Bu utançla nasıl yaşıyorum, bu utancı neye dönüştürüyorum? Aslında bununla ilgileniyorum. Daha fazlasına açıkçası benim takatim yok. O yüzden de evet kendimi çaresiz hissediyorum.
Okur olarak Figen Şakacı’nın yazarları kimler?
Yirmili yaşlarımda başlayıp sonrasında döne döne okuduğum Oğuz Atay’ı saymazsam olmaz. O dildeki o ironi ve o baharat ve o keskin eleştirel akıl beni çok etkilemiştir. Yirmili yaşlarımda Tanpınar’a da çok meftun olmuştum. Ama ne demek istediğini otuzlarda bir kere daha okuyunca anladım. Tabii ki Sevgi Soysal çok önemlidir benim için. Leyla Erbil de. Son iki yıldır Platonov çok etkiledi. Çehov’un öyküleri, o sadelik, çok yakın bulduğum bir yazardır. Tabii ki Dostoyevski, Sait Faik, Halid Ziya, Sabahattin Ali, Melih Cevdet Anday… Daha say say bitmez, ne güzel!
Figen Şakacı edebiyat dışında neler yapar?
Yürümeyi ve yüzmeyi çok severim. Beni bıraksanız bir deniz kenarına of sıkıldım demem. Sinemayı çok severim. Kitap okumuyorsam muhakkak film izlerim. El becerilerim pek yok, keşke olsaydı. Resim yapabilseydim, enstrüman falan çalabilseydim…
Özel değilse en büyük pişmanlığınız?
Çok var, hangi birini söyleyeyim (kahkahalar). Hayatta yaptığım hiçbir şeyden pişman değilim diyen başarılı insanlardan olmadım ben. Her zaman çok pişman olmuşumdur bir sürü şeye. Ha yine aynı şey olsa aynı şeyi yaparım, o da ayrı. İnsan, neyi nasıl öğrenebilen bir varlık, bilmiyorum. Ben bazı şeyleri bilmemeyi tercih ediyorum. Çok bilerek yaşamayı bilmiyorum.
Şiirle aranız nasıl?
Şiir her zaman en yakın akrabam oldu. Hani böyle gençken birbirimize bağıra bağıra şiir okuma ayıbını yaptık ama şiirin aslında öyle çok seslendirilen bir şey olmadığını, şiirin çok içeri içeri doğru seslenen bir şey olduğunu iyi ki erken fark etmişim.
Hadi söyleşiyi bir Türkiye hayali kurarak bitirelim ve o Türkiye’nin içinde bir edebiyat dünyası?
Gerçek anlamıyla eşitlik anlayışının iliğimize kadar işlediği bir toplumda yaşamak isterdim. Bu eşitlik bilinci zaten sizle beni biz yapmayı da önleyen bir eşitlik anlayışıdır. Çünkü herhangi bir yerde biz varsa mutlaka öteki de oluyor. Bir ötekiye ihtiyaç duyduğumuz andan itibaren de eşitlik bozuluyor. En ham halimiz ne ise o ham halimizle, o en yaralı en hayvan halimizle birbirimizi koşulsuz anlayabilme niyetiyle ilişki kurmalıyız. Tabii bu sözünü ettiğim yerde artık iktidar yok, hiyerarşi yok.
Aynı şekilde edebiyat ortamının da kanaat önderlerinin, iktidar odaklarının, “seçici kurulların” olmadığı, ama elbette bir estetik terazide yapıtların kendi değeri ile tartıldığı bir ortam olmasını isterdim. Edebiyatın her şeyden önce yaratıcı bir işçilik, bir emek işi olduğunu, kimsenin kimseyi tanrısallaştırmadığı, dolayısıyla o tanrıların karşısında da hayran ya da kul olarak yer almadığı, çok daha yatay bir ilişkiler ağından bahsediyorum.
Birbirimize inanmayı, güvenmeyi seçerek ve aslında eşit olduğumuzu ön kabul ederek ilişki kurmayı, rekabeti ortadan kaldıran sevmenin yani en saf hali ile sevmenin değerli olduğu bir dünya hayal ediyorum.
Söyleşi: Şule Tüzül – edebiyathaber.net (1 Kasım 2017)