Yayın dünyamıza nitelikli ürünler kazandıran Cumartesi Kitaplığı, Dünya Edebiyat Atlası serisinin dördüncü kitabını Filistin hikâyeciliğinden seçerek çeviri sınırlarını biraz daha genişletti. Arap coğrafyasının edebi üretimini biraz daha yakından tanımak için iyi bir fırsat bu. Lübnan iç savaşının ardından Tal El-Zaatar’dan kaçmak zorunda kalan Filistinli bir ailenin çocuğu olan yazar Mazen Maarouf, kimya eğitimi almış ve bir dönem öğretmenlik yapmış. 2008’den itibaren ise tamamıyla edebiyata yönelmiş. Yazarın dünyasını dilimize aktarmada çok başarılı bir iş çıkaran Selçuk Üniversitesi Yabancı Diller Yüksekokulu Mütercim-Tercümanlık Arapça Anabilim Dalı Başkanı Doç. Dr. Mustafa İsmail Dönmez’i yeni çalışmalarda görmeyi umut ediyoruz.
“Silahlı Adamlar İçin Fıkralar” Mazen Maarouf’un savaş meydanına kurduğu bir lunapark adeta. Kitaba adını da veren ilk hikâyenin başkahramanı çocuk anlatıcının duyduğu kurşun sesleriyle sahne açılıyor. Çocukken seslerin anlamlarını çözmek zor oluyor. İkiz kardeşi sağır zaten… Babalarının kuru temizleme dükkânı var, kentteki savaş gazetecilerinin giysi yıkama ve ütü işlerini yapıyor. Anlatıcı çocuk, babasının hediyesi biber fidesinin bakımıyla uğraşıyor. Dışarıda şiddetli çatışmalar sürüyor. Havan topu, roketatar ve keskin nişancılardan gelen atış sesleri her yeri sarıyor; anlatıcının görevi biberlerin canını korumak… Savaş atmosferi çarpıcı biçimde hissediliyor.
Anlatıcı çocuk su içer, bibere tükürür, annesi müzevircilik yapar, babası çocuğu kemerle döver, sağır kardeş titrer, çocuk babasını simgeleyen biberi koparıp ezer. Okulda öğrenciler babalarının kendilerini nasıl dövdüğünü anlatarak övünmektedir. Babanın gücünü anlatan hikâyeler anlatmak önemlidir. Anlatıcı çocuk arkadaşlarına kemerle yediği dayağın gerçek nedenini anlatmaz, onu daha cüretkâr gösteren bir hikâye uydurur.
Kurucu metin Binbir Gece Masalları’nın etkisi hemen her satırda hissedilir. Sonrasında hem hayatta kalmak hem de silahlı adamlardan özgürlüklerini kazanmak için iyi bir anlatıcı olmak zorunda kalır baba ve çocuk. Kısa, çarpıcı ve komik hikâyeler anlatmaları gerekir. Günlük hayatta da gerçekten böyle değil midir? Hikâyeler anlatmak, yaşanan olayı hayal ve yalanların katkısıyla uydurarak dönüştürmek, olağanüstülükler katarak dinleyici üzerindeki etkisini artırmak önemlidir. Bilinç yok, duygu sınırlı, olay örgüsü var, bütün hikâyeler böyle. Her seferinde değiştirilip düzeltilerek yeniden anlatılan hikâyeleri iyi dinlemek şarttır ama.
Anlatıcının babasının sokak ortasında yediği dayağı gören arkadaşları bunu okulda anlatır. Bütün yaşananları gören arkadaşı olayı kafasının içine soktuğu sihirli oyun kutusunda oluyormuş gibi betimlemiştir. Anlatıcı çocuk biberi kopardığı için kendisini suçlar. Babası olup bitene tepkisizdir artık. Ağlamaz, dış dünyadan kopar, depresiftir. Erkeğin başka erkekler tarafından dövülerek uğradığı güç kaybının yansımalarıdır bunlar. Gücün odağı sürekli yer değiştirir böylece. Baba televizyonu dışarı atar, siyasete son verir.
Babası, anlatıcı çocuğu artık dövmez ancak çocuk okula gittiğinde arkadaşlarına hikâyeler uydurmaya başlar, gerçekçi olmak için bedenine zarar verir. Ne kadar şiddetli dövüldüğüne dair hikâyeler uydurur. Yalan söylediği için müdürün şikâyeti üzerine annesinden dayak yer bu kez. Arkadaşları fareler gibi alay eder onunla, onuru kırılır, aşağılanır. “İlk kez o zaman başarısız olduğumu hissettim,” der bunun üzerine. Bütün derdi babasına cam bir göz temin etmektir, daha korkutucu bir kişiye dönüşmesi için. Silahlı adamlarla ancak bu şekilde baş edebilir. Neyi ortadan kaldırırsa ya da neyin şeklini değiştirirse babası daha korkunç gözükür? Göz göze gelirler ve ikisi de aynı soruyu sorar: “ Korkuyor musun?”
Okula haftada iki kez gelen salep satıcısı aslında casustur. Sağ gözü yoktur ancak bu ilgi çekmez. Giydiği çöpçü çizmeleri çocukların ilgisini çeker. “Bunun nedeni belki de savaşta biçimi bozulmuş bedenler görmenin alışıldık bir manzara olmasıdır. Asla yanına bile yaklaşamayacağını bildiğin halde aşina hissettiren ithal peynir reklamları gibi. Benzer şekilde, her gün televizyonda bir veya iki cansız beden görmen veya okuldaki çocuklardan birinin gelip bir yakınının, atılan bir füzeyle nasıl öldüğünü detaylı bir şekilde anlatması normaldi. Ancak çöpçü çizmesi giyen bir ceset görmek, işte bu imkânsızdı.” Şiddet olağandır artık, her seferinde daha fazlası gelir, yine şaşırtmaz, herkes tepkisizdir. Cesetler şaşırtmaz ancak çöpçü çizmesi giyen ceset şaşırtır. Kardeşinin servisine de füze isabet eder sonunda, anlatıcı çocuk babası yüzünden kaybettiği itibarını kardeşi sayesinde kazanır. Ölüm hep kazanır, kazandırır, savaşın kuralı budur.
Bir insanın iyi bir hikâyesinin olması iyi bir durum olabilir. Anlatı yoksunluğu ve hikâyesizlik can yakıcıdır. Belki de iyi bir hikâye kendimizi değerli hissetmemizi sağlar. Bir hikâyemizin olmaması başarısızlık hissi yaratabilir. Bu durumda benlik kurguları yaratılarak sorunla başa çıkmaya çalışabiliriz. Bu bir kez gerçekleştiğinde anlatı dürtüsü farklı uçlara savrulabilir. Anlamsızlığın had safhada olduğu savaş ortamında bir tür anlam arayışıdır bu. Deneyimden anlam çıkarılır, karmaşaya düzen verilmeye çalışılır. Yoksa anlayamadığımız, anlamlandıramadığımız bir dünyada nasıl yaşayabiliriz?
Birbiriyle bağlantılı hikâyeler, beklenmedik şoklar… Sarmalanarak çoğalan ucu bucağı belirsiz şiddet dalgaları… Savaş üzerine özellikle iç savaş üzerine başına geldiğinde neler olabileceğine dair manzaralar… Bütün bunlar gerçek olabilir mi? Güney Amerika’nın gerçeği nasıl büyülü geliyorsa ve bu durum oranın doğalıysa Gabo’nun dediği gibi; Lübnan ve Filistin de olup bitenler de illüzyon, olağanüstü gibi gelebilir. Ama inandırıcıdır, evet bütün bunlar oldu yine olabilir, bu yüzden engel olabilmek için elimizden gelen her şeyi yapmalıyız diyen bir şeyler var satır aralarında. Ne yapıp ne edip savaşların, ölümlerin önüne geçmeliyiz. Sizi korumak için buradayız deyip bizden birilerini öldüren silahlı adamlar var etrafımızda.