“Filozofun Mutluluk Seyahatnamesi” üzerine | Elif Kaymazlı

Ocak 17, 2023

“Filozofun Mutluluk Seyahatnamesi” üzerine | Elif Kaymazlı

Evrende bir çatışma vardır 

ama en büyük savaş 

içimizdeki savaştır.

Herakleitos

 Aylak Kitap Yayınları tarafından çıkan ve Algan Sezgintüredi’nin Türkçe dilimize kazandırılan “Filozofun Mutluluk Seyahatnamesi”, ‘Epikuros’la Felsefi Yolculuklar’a çıkarması bakımından değerli yapıtlardan birisidir.

Kitap yedi bölümden oluşmaktadır.

– İhtiyarın Zeytin Ağaçları & Epikuros’un Doyum Kuramı

–  Issız Taraça & Zaman ve Kaygı Boncukları

– Tasso’nun Yağmur Damlalı Fotoğrafları & Yapayalnız Düşünmek 

– Gençliğin Güzelliğinin Sıcak Esintisi & Varoluşsal Sahicilik 

– Koyun Çanlarının Tıngırtısı & Metafiziğe Olgunlaşma

– Iphigenia’nın Konuğu & Stoacılık ve İhtiyar İhtiyarlık 

– Kamini Koyu’nda Yanan Kayık & Maneviyatın Zamanı 

Bu eser de Daniel Klein, Epikuros’un öğretilerinden yola çıkarak Platon, Aristoteles, Aziz Augustinus, Kierkegaard, Montaigne, Husserl, Russell, Hoffmann,  Huizinga, gibi filozofların düşüncelerinden yararlanarak yeni bir yaşam felsefesi sunmuyor daha iyisini yapıyor. Felsefeyi herkesin anlayabileceği bir şekilde ele alarak kendi yaşam felsefelerini kurabileceklerine dair yol gösteriyor. Yaşam ve ölümün belirsizliklerini, insani varoluşunu ve ruhun devinimlerini felsefe üzerinden anlatıyor. Yazarın bir felsefeci olduğunu düşününce konuyu felsefik bir dille anlatacağını kanısına girebilirsiniz. Bunun tam tersi gündelik hayatın diliyle ve filozofları düşüncelerini kendi düşünce süzgecinden geçirip izah ediyor. Bence başarılı da olmuş.   

Daniel’e göre felsefenin asıl amacı, “Bize, dünyaya ve dünyanın içinde nasıl yaşayacağımız da daire yollar sunmak…”.

Amerikalı yazar Daniel  Klein, Wilmington, Delaware’de dünyaya gelmiştir. Amerikalı kurmaca ve komedi yazarıdır. Harvard Üniversitesi Felsefe bölümünü bitirmiştir. Kısa bir televizyonculuk kariyerinden sonra komedi öğeleri içeren felsefi kitaplar yazmaya başlamıştır. Felsefe hakkında mizahi kitapları kurgu dışı, gerilim ve gizem ve de romanları da vardır. En bilinen yapıtı Thomas Cathert’ le birlikte yazmış olduğu ” Platon Bir Gün Kolunda Bir Ornitorenkle Bara Girer ” kitabıdır.

Bu eserde, kahramanımız yetmiş üç yaşındadır ve hayatının bu dönemini en tatminkâr haliyle yaşamanın yollarını bulmak amacıyla yaşlıların nasıl yaşadıklarına dair ipuçları bulabileceğine inanarak Yunanistan’a gider. Daha önceki gelişlerinden dolayı burada İhtiyarlar gözüne alışılmadık ölçüde yaşamlarının bu devresinde hoşnut görünmüşlerdir çünkü.  Elinde sadece sorular vardır. İşte bu sebeple cevaplar bulmak umuduyla bir yandan da bir bavul dolusu felsefe kitabını da yanında getirir. Bu eylem bana Rousseau’n insanlardan kaçıp doğaya sığınışını hatırlatıyor. Ama Daniel ise bu yaptığı eylemdeki amacı insanlardan kaçmak yerine onlarla iletişim halinde olmak ve doğanın enerjisini onlar yoluyla daha detaycı bakış açısıyla anlamaya çalışmaktır. Bu arada başucu kitabı olarak seçtiği ise Epikuros’un ‘Mutluluk Sanatı ve Öğretileri’ adlı kitabıdır.

Epikuros’un esas derdi hayatın, hele elde sadece bir tanecik varken mümkün en iyi şekilde nasıl yaşanabileceği sorusunun cevabıydı. Bu soru, felsefenin en temel sorusu hatta tüm soruların sorusudur. Ama Batı felsefesi öğrencileri yüzyıllar geçtikçe bu sorunun geri planda kalışı ve yerine daha önemli görünen “gerçeğin ne olduğunu nasıl bilebiliriz” ve Heidegger’in ” neden hiçbir şey değil de bir şey var” sorularına dönüşmüştür.

Epikuros’un uzun yıllar boyunca düşündükten sonra bulduğu yanıt ise, “insanın yaşayabileceği en iyi yaşamın mutlu, hazla dolu bir yaşam olduğuydu.” Bu yanıt ilk başta klasik denebilecek tarzda öğütlerden biri gibi görünüyordu ama Epikuros bu yanıtın sadece bir başlangıç noktası olduğunu biliyordu. Bu yanıtla beraber sorular da gelmişti.

_Yaşamın anlamı nedir?

_ Mutluluk nedir?

_Dünyevi mutluluk bir aldatmaca mıdır?

_Erdem nedir?

_Mutlu bir yaşam nasıl mümkün olabilir?

_ Hangi hazlar uçucu ve ıstırap vericidir?

_ Hangi hazlar sahiden tatmin edici ve kalıcıdır?

_Neden kendimizi mutluluğa erişmekten mahrum edip duruyoruz? … gibi.

Epikuros’un aradı tek yegâne şey hayatın nasıl olabildiğince değerli kılınabileceğiydi. Onun için cevaplar arıyordu. Belki de onun için sırf ‘soruyu sormak kendi içinde bir amaç, bir sonuçtu.’

Yeterlinin az geldiği insana hiçbir şey yetmez.” Yani kısaca sade, ‘basit zevklere yönelin’, der Epikuros. Epikurosçulara göre ortaklaşa, birlikte yaşanan sessizlik, gerçek dostluğun nişanesidir. Arkadaşlık, Epikuros’un hayat zevkleri listesinin en tepesindedir. “Dostluk, bilgeliğin insana hayatını mutlu yaşamak için sundukları arasında açık arayla en önemlisidir,” diye yazmıştır. Gerçek dostluk kişinin hayatında ulaştığı aşamayla değil, kendi haliyle kabul edilip sevilmesiyledir. Sevmek ve sevilmek kişinin benlik hissini olumlu duygularla doldurarak kendine karşı yabancılaşma gibi hisleri bertaraf   eder. Epikuros’a göre, “sofraya kiminle oturulduğu, hangi menünün seçildiğinden çok ama çok daha önemlidir.”

Epikuros’un ölüm döşeğinde arkadaşı İdomeneus’a hitaben yazdığı şu cümleler anıların ve arkadaşlığın önemini çok iyi vurgular niteliktedir, “Bu mutlu günde ki aynı zamanda hayatımın sonudur, sana bunları yazıyorum. Biteviye mesane ağrılarım ve dizanterim öyle arttı ki artık hiçbir şey fayda etmiyor. Ama senle sohbetlerimizden edindiğim onca zihinsel mutluluğu her şeyden üstte görüyorum.” Sartre, ‘Varlık ve Hiçlik ’te şöyle der: “Hatırlamakta bir sihir vardır (…) Hatırlarken o imkânsız senteze ulaşırız sanki” 

En değerli bağ bir insan ile kurduğumuz bağlantılar bütünüdür. İnsani ilişkiden daha yatıştırıcısı, rahatlatıcısı yoktur. İnsani ilişkinin getirdiği rahatlama, bir bütüne katılmanın, bir bütünün parçası olmanın hazzıdır. Zaman, kişinin nasıl tattığına hatta nasıl tatmayı seçtiğine göre değişebilir. Romanyalı bir şairin yirminci yüzyılın sonlarında zamanı nasıl hissettiğine dair sözleri şöyledir: “Otuz yılı aşkın bir süre boyunca hayatımı zamanın değer taşımadığı komünizmin saydamsız dünyasında geçirdim. Elimizde kalan tek şey konuşmaktı. Bazen büyük zevk aldığımız sohbetlerimiz, sabahlara kadar süren, dolu kül tablalı ve boş şişeli, sabahı baş ağrılı biteviye konuşmalardı. Zaman donardı bizim için. Hiçbir yere gitmek için acelemiz yoktu.” Epikuros hayatımızın her anının azami tadını çıkarmamızı ve zaman gerektiren deneyimlerimizin tüm hazzını almamızı söyler. Hayatta hiçbir şey anlam taşımayınca, hiçbir şey insanın ilgisini çekmez. Svendsen’e göre ise “modern insan zamanını doldurmak adına kişisel hedefler uydurmaya, ilginç etkinlikler kovalamaya ve en önemlisi, yenilik aramak zorunda hisseder kendini” der.

Platon, “İnsan, Tanrı’nın oyuncağıdır ve bu, insanın en harika tarafıdır (…) Dolayısıyla her erkek ve her kadın buna uygun yaşamalı ve en asil oyunları oynamalıdır (…) O halde nedir doğru yaşamanın yolu? Yaşam, oyun gibi yaşanmalıdır.” der. Alman düşünürü varlıkbilimci Martin Heidegger de bunlardan biridir ve ‘Neden İlkesi ’nde şu kafa karıştırıcı soruyu sormuştur: “Var olmak hakkında düşünmeye acaba oynamanın özünden mi başlamalıyız?” hayatlarımıza oyunu katarak kendimizi aşabileceğimiz hissini veren bir tavır aslında. Kısacası evet, bizler tümünü asla anlayamayacağız bir oyunun oyuncularıyız. Zamanı yakalamanın, zamanı kendinin kılmanın bir oyunu mu bu?

Kendi varlığının bilincinde olmak oldukça çetin bir savaştır ama insan bu yoldan asla vazgeçmemelidir. Hayatın her aşaması kendine has niteliklere sahiptir. Bu aşamaları kendi içinde kendine özgü tatmin edici, olumlu yanları yanında negatif yanları da vardır. Bir şeyi ret etmek aslında bütünü ret etmek gibidir. Taşıdığı değerler ve özellikler bakımından hepsinde bir bütünlük vardır.  Varoluşçular için de hayatlarımızla ilgili gerçekleri inkârdan daha kötüsü yoktur. İnkâr içinde yaşayan bir insan, Platon’un mağarada yaşayan insanları gibidir: Bunlar mağaranın duvarındaki gölgeleri gerçek sanırlar, hayatın gerçekleri hemen dışarıda apaydınlık durur. Bu insanların tam anlamıyla ve sahiden yaşadığı söylenebilir mi? Kierkegaard ise, “bize bahşedilmiş tek hayatı bütünüyle ve gereğince yaşamamak ve onun yerine yanılsamalar mağarasında dolanmaktır.” der.

Bilgece ve düşünülmüş bir doygunluk hissine ulaşmak, yani kendini tüm hata ve sevaplarıyla kabullenmek, insan bunu yaş aldıkça daha düşünür hale geliyor nedense. Erikson, kişinin ihtiyarlığında hayatını felsefi kabullenişinin doğrudan olgunlaşmış bir sevme kapasitesinden kaynaklanacağına inanmıştır. Deneyimlerimizi kişisel hikâyemizle birbirlerine bağlamak, hayatımızın anlamını bulmanın yollarından biridir. 

İhtiyarlıkta muazzam bir sükûnet ve özgürlük hissi vardır; ihtiraslar yakamızı bıraktıklarında sadece bir değil, pek çok deli efendinin elinden kurtulmuş oluruz.” der Platon. Epikuros, Menoeseus’a yazdığı bir mektupta, “ihtiyar bir insanın, gelecek korkusu taşımamasının sonucunda yeni fikirlere zihnini açmak için en uygun konumdadır ve  bir sonraki hamlesi için tasalanmaz, çünkü satranç sona ermiştir. Canı ne isterse onu düşünmekte serbesttir” der.

Shakespeare “insanın yedi çağı”nda şöyle tarif etmiştir:

 Sahnelerin sonuncusu

 Bitiren bu tuhaf hikâyeyi

 İkinci çocukluk ve hepten unutmadır

 Dişten, gözden, tattan, her şeyden yoksun…

Aristoteles, ‘Retorik’ kitabında yaşlılara ayırdığı bir bölüm vardır ve şöyle yazmıştır: “Umuttan ziyade anılarla yaşarlar, çünkü hayattan ellerinde kalan, upuzun geçmişe kıyasla pek azdır ve umut geleceğe, anılarsa geçmişe aittir. Gevezelikleri de bu yüzdendir; sürekli geçmişten bahsederler, çünkü geçmişi hatırlamak hoşlarına gider.”

Frank Sinatra’nın 1965 yılında çıkan meşhur şarkısı September of My Years ’ta bahsettiği gibi; 

Bir zamanlar

 Dünya bildiğimizden daha tatlıydı

 Bizimdi her şey ve

 Ne mutluyduk

 Ama o bir zamanlar

Gelmiyorlar bir daha geri

Burada bir zamanlar mutlu bir genç olmayı hatırlamanın neler hissettirdiğini ve o yıllardaki duygularını yeniden yaşayarak söylüyor şarkısını. Yaşamın o döneminin bir daha hiç tekrarlanamayacağının altını çiziyor sanki hüzünlü sesiyle.  Duygularının üstündeki zaman örtüsünü kaldırıp geçmişe bakmanın oralarda dolaşmanın ruhuna iyi geldiğini bile söyleyebilirim. Bir fani olduğunu ret etmek yerine kabullenmek daha doğru bir seçim değil mi?  Çünkü zamanı bir daha geri döndüremeyeceğinin bilincinde olmak. Bugünü yaşamak ve farkının farkına varmak en doğru yaşamdır. Geçip gitmiş zamana üzülmek neye yarar. Bugünü yaşamak isteyen insan geçmiş zamanın olumsuzluklarına takılıp kalmamalıdır. Geçip gitmiş zamanı olumlu anılarla güzelleştirebilir.

Atina’da Zenon tarafından kurulan Stoacılık, Seneca ile Marcus Aurelius gibi düşünürlerin, ‘insanların tüm ihtiraslarından sıyrılması ve kaçınılmaza yakınmadan teslim olması gerektiğini, çünkü kontrol dışındakilere dalmanın sadece ıstırap getireceği’ temel felsefi öğretilerinin en ebedi fikridir. Daniel ise Stoacılık’tan edindiği fikri şöyle dile getirir: “Kontrolümüz dışındaki şeyleri oluruna bırakmak”. Çünkü Stoacılık ona göre ıstırabı aşmaktansa inkâr etmekmiş gibi gelir ve her türlü inkârın gerçek yaşamaya ters düştüğü fikrindedir. Yaklaşan ihtiyarlıkla ilgili, ertelenemeyecek bir soru oluşur aklında, “Yaşıyor olmak ne zaman anlamını yitirir?” 

Yaşamak adı verilen eylemin gün gün ölüm adı verilen yeni bir şeye dönüşmesidir yaşlılık. Kaçınılmaz olana. Tek kurtuluşun ölüm olduğunu ve kaçınılmaz çöküş fikri bizi sadece trajik bir şekilde korkutmakla kalmıyor, ayrıca içimizi öfkeyle dolduruyor. Bu hiç adil değil diye düşünüyoruz. Hiç! Uzun ve üretken bir hayat yaşamanın kesinkes bedeli bu mu yani? Kim yazdı bu kuralı? Diye kendimizi düşünmekten alıkoyamıyoruz. Zaman az kalmışken, kontrolümüzün açıkça dışında kalana kafayı takmak hiçbir işe yaramıyor zaman kaybından başka. Kalan zamanını en iyi nasıl değerlendirebileceğine dair çalışmak daha iyi değil mi? Kendine karşı dürüst olarak kabullenmek mi daha iyi?

 Romalı Stoacı Seneca, Sicilya valisi Lucilius’a yazdığı mektuplardan birinde çok daha doğrudan vurgular “Sadece yaşamak iyi değildir. İyi yaşamak iyidir. Bilge insan yaşayabileceği kadar değil, yaşaması gerektiği kadar uzun yaşar: Niceliği değil, daima niteliği düşünür. Hayatında bela çıkaran ve akıl huzurunu bozan olaylar çoğalır çoğalmaz kendini azat eder. Çünkü geriye birkaç damla kaldığında kaybedecek pek bir şey yok demektir. Sorun, erken veya geç ölmek değil, iyi ya da kötü ölmektir. İyi ölmek, kötü yaşama tehlikesinden kurtulmak demektir.”

William Blake şiirlerinden biri, “Masumiyet” şöyle başlar:

 Görmek Bir Kum Tanesi’nde bir Dünya,

 Ve bir Cennet bir Yaban Çiçeği’nde,

 Tutmak Sonsuzluğu avucunda,

 Ve Ebediyeti bir saatin içinde.

Belki de ne yaparsak yapalım zamanı durdurabilir olmadığını düşünmektense, yaşamın bize sunduğu yaşlılığın son zamanlarının sınırlı olduğunu ve daima giderek azaldığını ve bu evrede daha önce elimize hiç geçmemiş, bir daha hiç geçmeyecek fırsatların bulunduğunu unutmamamız gerekir. Daniel göre, “Belki de hayatın neresinde olduğumuzu unutmamak için elimizden geleni yapmamız, bu yılları en iyi nasıl yaşayacağımızı gösterecek fırsatların önümüze, düşünürlerin tavsiyelerini harfi harfine izleyerek değil, bilgeliklerini düşünerek çıkacağını bilmemiz gerekiyordur.” Sadece yaşamak için yaşamak iyi değildir.  Hayatın anlamlarını okuyarak arayıp bularak bilgece yaşamak iyidir. Bilgelik insani oluşun özüne seslenir ve duyulmayı ister. Hayatın bütün gürültülerini kısarak onu duyabiliriz

Yaşam doğru değerlendirildiğinde insana yetecek kadar uzundur. Makam ve şöhret peşinde koşmak, yarını düşünürken bugünü kaybetmek, başka deyişle ani yaşayamamak yaşamı kısaltır. Buna karşılık kusurlarımızla yüzleşmeli, erdemli bir yaşam için kendimize dönmeliyiz.” der Seneca

Sekiz Buçuk filminin kahramanı Guido Anselmi dediği gibi,

Her şey önceki gibi! 

Her şey gene karmakarışık ama bu karmaşa benim.”

Herkes kendi hikâyesinin anahtarını kendi içinde taşır.

Hayatta sadece iki trajedi vardır: 

İstediğini elde edememek           

ve istediğini elde etmek.

İkincisi çok daha beterdir.” der Oscar Wilde.         

edebiyathaber.net (17 Ocak 2023)

Yorum yapın