Finnegan Uyanması: Yeni bir anlam arayışı | Tekin Budakoglu

Aralık 14, 2016

Finnegan Uyanması: Yeni bir anlam arayışı | Tekin Budakoglu

FinneganUyanmasi_Kson.inddBazı metinlerin içörgüsünü tanımlamak imkânsızdır. Yazar, bilinçli ve en ince ayrıntısına kadar çok önceden hesaplanmış bir matematikle, bilinen kurgu akışındaki bütün köşetaşlarını yerinden oynatır, kalıplaşan yargıları silkeleyip bir köşeye atar: onun kurduğu bu kaotik evren düzeninde her yol hem aynı anda her yere çıkar, hem de ne yaparsanız yapın hiçbir yere çıkmaz. Bu tip metinlerde, alışkanlıklarınıza yenilerek kahramanların en karakteristik özelliklerini öğrenmeye, kurgunun bütün sacayaklarını bilmeye çabalarsanız kendinizi bir köşebaşında afallamış vaziyette beklerken bulursunuz. Oysa yapmanız gereken, yazarın sizin için özenle bıraktığı işaretleri izlerken diğer yandan da ne olursa olsun kendi yolunuzda yürümek olmalı: çünkü yazarın, bütün duyularınızla sezmenizi istediği bu kaotik evrendeki karmaşayı, ne yaparsanız yapın bilgiyle anlamlandıramazsınız.

Karşı karşıya olduğunuz kaosun, yazarın eksikliklerinden oluşan bilinçdışı bir aksaklık yerine, onun bile isteye inşa ettiği bir “bilgiye karşı sezgi” çabası olduğunu daha baştan fark ederek metni anlamlandırmaya uğraşmak yerine hissetmeye odaklanırsanız, işte o zaman karşınızdaki evrenin iç içe örülmüş onlarca farklı versiyonu olduğunu görürsünüz. Üstüne üstlük,  her yeni okumanızda, bu evrende daha önce hiç karşılaşmadığınız sokakların, caddelerin, kişilerin olduğunu anlar ve hatta daha önce farklı sokaklarda yürüyen kendinizle bile karşılaşabilirsiniz. Bir sanat eserindeki “çok anlamlılık” da aslında biraz bu kaosa, yani sezgiye bağlıdır.

Kuşku yok ki James Joyce’u da bütünüyle bu gözle okumak gerekir. O, tıpkı Woolf, Proust, Faulkner gibi, okuru, yazarın bir adım gerisinde durarak onun her söylediğini not alan bir gölgeden çok fazlası olarak gördü. O nedenle Joyce’un metinlerinde birbirini takip eden olay silsilesi yerine, birbirine bağıntılı imgeler yığını bulunur. Böylece okura, bu imgelerin peşine düşerek onun sanata, ölüme, hayata, kısacası bütün bir insanlığa yönelttiği göndermeleri hissetmek kalır.

Joyce’un kelimeleri ve imge yağmuru

Türkçesi Fuat Sevimay tarafından Finnegan Uyanması şeklinde çevrilen Finnegans Wake de her yönüyle, klasik roman kurgusuna bir başkaldırı. Bu başkaldırı, daha romanın ilk cümlesinden kendini hissettiriyor: öyle ki roman, giriş kısmı belirsiz, yarım kalmış bir cümleyle başlıyor. Böylelikle daha ilk kelimeden, bir sarmalın, her devinimde yeniden anlam kazanacak sürekli bir döngünün içine girdiğimizi anlamamızı sağlıyor Joyce. Başı ve sonu belli olmayan, daha doğrusu birbirine bağlanmış bir kurgu çıkartıyor önümüze. Dolayısıyla, romandaki zamansızlığı, sonsuzluğu da vurguluyor bir yandan. İki ucu birbirine ulanan kurguda, tıpkı hayatın kendisi gibi, baş ve son diye bir kavram olmadığını, akıp giden, bitimsiz bir sürekliliğin hayat bulduğunu anlıyoruz.

Dilbilgisi kalıplarını, bilindik sözdizimini de paramparça ediyor Joyce. Kelimeler yalnızca ona özel; her sayfada farklı dillerden eklerin, seslerin ve kavramların iç içe geçtiği, ilk anda belirli bir anlam vermeyen kelime ve cümleler oluşturuyor. Finnegan Uyanması, bu açıdan bakıldığında, okuması emek ve uğraş isteyen bir metin. Gelgelelim Joyce’u ve zihnindekileri öğrenmek yerine hissetmeye uğraş verdiğinizde metnin birbiriyle sımsıkı harmanlanan ahengini ‘duymaya’ başlıyorsunuz.

 Metindeki bu ahengi, alışılagelen bütün zaman, mekân ve şahıslardan soyutlayarak sayıp döküyor Joyce; özenle inşa edilen bu yapıda ilerledikçe, bir insanlık resmigeçidine tanıklık ediyoruz: onun önceki sayfalarda sessizce bıraktığı her yeni imge ve gönderme ya az sonra ya da çok uzun sayfalar sonra birbirine bağlanıyor. Romanın, neredeyse hiçbiri açıkta kalmayan bu imgelerin sezgisiyle oluşan ihtişam, tek kelimeyle harika.

joyceİmgelerin birbirine karışmasıyla oluşan üst-yapıyı, Fuat Sevimay şöyle anlatıyor. Daha güzel vurgulanamazdı:  

“Bir yerde denk geldiğimiz Shakespeare bizi bir başka sayfada Hamlet’e, hamlet omlete, omlet Humpty Dumpty ya da Hımbıl Tombul’a ve oradan ailenin sabah kahvaltısı hayaline, o hayaller tiyatroya, tiyatro Napolyon’un asil boşanmasına, boşanma boş olmaya ve tüm bunlar içinde yittiğimizi sandığımız dolambacın çıkışına yöneltecek. Tanrıların gökgürültülerini okurken ebemkuşağına, oradan 1001 gece masallarına geçeceğiz. Dublin’in Phoenix Parkı Fenike’ye, Fenike Truva’ya, Truva tarihin başka savaşlarına taşıyacak bizi. Kahramanımızın tepesinden düştüğü duvar biraz Babil Kulesi, biraz Dublin’in cephanelik duvarı, biraz Ağlama Duvarı iken, düştüğü yer bazen Dünya, bazen cennet, bazen de sızıp kaldığı meyhanenin zemini olacak. Bir cümlenin kelimelerinde h, c ve e ya da a, l ve p harflerine ilişiyorsa gözünüz, bilin ki oralarda bir yerlerde babadan ya da anneden bahsediliyor.”

Çeviri meselesi

Dilin doğal yapısı gereği, sözcüklerin aktarımı sırasında muhakkak anlam kayıpları gerçekleşir. Bu kaybın yalnızca, bir dilden başka dile çeviri sırasında gerçekleşmediğini düşünüyorum: sözgelimi okur, her yeni okumasında romanda daha önce görmediği nüanslar yakalar ya da daha önce atfettiği bazı fikir ve yorumların doğruluğu konusunda şüpheye düşer, yeni yorumlara ulaşır. Bunun temelinde bizzat okurun kişiliğinin, beğeni ve zevkinin değişmesinin yanı sıra, metindeki bütün anlam bağlarının kendini ilk anda açmaması gibi sayısız etken yatar. O halde okur, ana dilinde yazılan bir metnin çeşitli zamanlardaki yeni okumalarında dahi farklı yorum ve anlamlara ulaşabiliyorsa, -sözkonusu ‘anlamın’ yüzde yüz doğru iletilmesi olduğunda- dilin kusursuzluğundan söz etmek olası değildir: dil ne kadar özenli kullanılırsa kullanılsın, bizzat onu kullanan metnin yoruma açıklığı ve okurdaki zihinsel değişiklikler yüzünden bir yönüyle mutlaka kusurlu, gedik kalmaya mahkûmdur.

Finnegan Uyanması daha çeviri aşamasındayken, romanın ilk cildini Finnegan Vahı olarak çeviren Umur Çelikyay ile tek bir çeviri yapan Fuat Sevimay çalışmaları arasında bazı kelimeler örnek alınarak karşılaştırmalar yapıldı. Bu karşılaştırmaların, Finnegans Wake’in farklı yorumlara açık olduğunu göstermesi açısından değerli olduğunu düşünüyorum. Aksi halde, tek tek kelimelerin yeni bir dile aktarımı tabii ki çeviribilim için önemli bir konudur ve üzerinde durulması gerekir; bunun yanı sıra konuya okur gözüyle bakıldığındaysa kelimelerin sözlük anlamıyla birebir çevrilebilmiş olması ilk hedef olmaz sanırım; çevirmen, Joyce’un istediği bütüncül anlamı yakalamış ve onu hissettirebilmiş mi, benim daha çok önemsediğim nokta budur. O nedenle, bana göre çevirmenin işi kelimeleri olduğu haliyle birebir yeni dile aktarmak değil, metindeki ruhu doğru düzgün yansıtabilmektir. Bu yönüyle bakıldığında, çevirmenin metnin dışında kalarak aktarımı sağlayan bir üçüncü şahıs değil, bizzat yazar ve okur kadar metnin içinde yer alan ve metne ruh katan ana öğelerden biri olduğuna inanırım. Yazarın vermek istediği sezgiyi, dokuyu, okura hissettiremedikten sonra çevirinin sözlüğe mükemmel derecede uygun olmasının asıl nokta olmadığına inanıyorum. Şayet öyle olmasaydı, yani Joyce sezgi yerine apaçık görünür bir anlam isteseydi, kuşkusuz böyle bir metin yazmazdı.

 Çeviriyle ilgili beklenti de bu bağlamda, Joyce’un romanla ilgili beklentisiyle aynı olmalı. Önsözde anlatıldığı gibi, kendisine hayran bir okuru Finnegan Uyanması hakkında“Sayın Joyce, farkındayım ki büyük bir eserle karşı karşıyayım ama anlayamıyorum. Ne yapmalıyım?” sorusuna, “O zaman sadece dinle ve hisset,” yanıtını vermiş James Joyce.

Ben çeviriyi okudum; okurken de Joyce’u dinledim ve hissettim.

Tekin Budakoglu – edebiyathaber.net (14 Aralık 2016)

Yorum yapın