Kitap ilk kez 2001 yılında Arkeoloji ve Sanat Yayınları tarafından basıldı.
Her birinin başında yer alan, öykülerin canlandırıldığı desenleri Tan Oral çizdi. On beş yazarın, bir program dâhilinde yöreyi kısa süreli ziyaretleri sonrasında öyküleştirdikleri anılar Nezih Başgelen tarafından yayına hazırlandı. Oktay Ekinci’nin sunuş yazısının da öyküler kadar etkileyici olduğunu belirtmek, kitaba katkısını yadsımamak gerek. İkinci baskı 2003 yılında Can Yayınları tarafından yapıldı.
İçeriğe geçmeden önce kitapta yer alan öykücülerin isimlerini de anmak isterim:
Nalan Barbarosoğlu, İnan Çetin, Müge İplikçi, Karin Karakaşlı, Cemil Kavukçu, Sema Kaygusuz, Leyla Ruhan Okyay, Almıla Özdek, Suzan Samancı, Akın Sevinç, Murat Sohtorik, Deniz Spatar, Nemika Tuğcu, Saliha Yadigâr, Hürriyet Yaşar.
Birecik Barajı yapımı nedeniyle Fırat Vadisi boyunca yitirilenlerin öyküsüdür bu. Özellikle Belkıs – Zeugma ve Halfeti’nin sular altında kalması o dönemde toplumda bir duyarlılık gelişmesini takiben yöreye ilgiye neden oldu. Bir yanlışlık olmuştu, olmuştu ama düzeltmek için de çok geç kalınmıştı. Bölgede bulunan Zeugma Antik Kenti’ndeki paha biçilmez eserlerin büyük bir özveri ve ortak çalışma ile kurtarılması tek tesellimiz oldu.
Öyküsü olan yazarlardan Akın Sevinç projenin başlangıcını söyle anlatıyor: “Kitabın ilk baskısının gelirinin Savaşan köylülerine gönderilmesine karar verildi. Ancak kitabın önemli özelliklerinden biri de Halfeti öykülerinden oluşmasıydı. Zeugma Türkiye’de ve dünyada bu kadar çok konuşulurken yazarlar neden Halfeti öyküleri yazmayı seçmişlerdi? Leyla Ruhan Okyay bunu şöyle açıklar:
Zeugma Antik Kenti dış basında yer aldıktan sonra çok ses getirdi. Bizde de bunun yankıları oldu. Ancak orada yaşanan dramlar, yani otuz iki bin kişinin yerinden olduğu göçle yaşanan acılar yeterince anlatılmadı. Biz öykücü olarak doğrudan insanla ilişki içinde olduğumuzdan, insanı anlatmaya çalıştığımızdan bu konunun daha fazla gündeme getirilmesi, bundan sonra benzer acıların yaşanmaması için belki katkımız olurdan yola çıkarak projeyi başlattık”*
Akın Sevinç devam ediyor:
“Burada biraz yankılanmaya dayalı da bir şey var. Biz gittik. Orada yaşananların esintisi olarak ya da onlardan esinlenerek öykülere dönüştürdük gözlemlerimizi. Tan Oral da bizim öykülerimizi alıp desen çalışmaları yaptı… Aslında orada sular altında kalan insanların, yerlerin, mekânların duyguları taşındı kitaba. O yüzden ben çok değer veriyorum bu çalışmaya.
O sene inadına dallarda hışım gibi meyve vardı. Bırakmadılar bir ay daha, hasat için. Bağ ve bahçelerin yanı sıra kültürel, doğal değerler sular altında kaldı. Yöre geçmişinden, kadim asaletinden gelen suskunlukla sessiz bekledi. Ölmeden boğulmaktı bu. Oy Fırat, âsi Fırat yutmuştu hepsini, taşımaya gücü olmayanların mezarlarını dahi.
Yazarlar, yerleri yurtları sular altında kalan insancıkların giderken geri dönüp bakışlarının, gelecek kaygılarının fotoğrafını çekmeye çalıştılar. Öyküler birer ağıt niteliğindedir. Kimi satırlarda Fikret Baba’nın (Fikret Otyam) resimlerini, fotoğraflarını, kimi satırlarda Ahmet Arif’in dizelerini bulacaksınız. Bir benzeri olmayacak öyküler… Güllale, Çiçek Kadın, Elif Ana, Şerif, Zeynep, Nesime ve daha nicelerinin öyküleri.
Kitapta bu yöreye ait ağalık, kaçakçılık, jandarma, mahpus konuları yer almaz. Bir Telli Turna havalanıp akar Antep semalarından Urfa’ya doğru, Fırat vadisine süzülür, Telli Turna, boyu kanatlarından uzun. Tüm yıldızlar Fırat’ın gökyüzündedir yine, elini uzatsan alırsın avuç avuç bu öykülerden.
Sevdadır yoktur ilki sonu… Sevdadır dellendirir adamı, kör eder gözleri, doğru yoktur sevdadan gayrı. ‘Yurdiz dağıla… Yurdiz dağıla.’ diye terk eder yörenin çileli insanları topraklarını. Batan güneş içinde renk olup kaybolurlar karşıdan bakınca. Sevdalarını bırakırlar öykücülerin kalemlerine. Onlar sahip çıkar Fırat’ın otuna, çöpüne, kurduna kuşuna ve dahi insanına. Uygarlığın beşiğinde bin yıldır toprakla sevişenlerin hikâyesini, yüreklerini, belleklerini beyaz sayfalara kara kalemle yazarlar. Değil mi ki öykü diğer sanat dallarından daha dinamik, daha ayrıntılı bir bellek oluşturur.
Güz geldi mi gelinlerin topukları üzüm kokmaz gayrı, siyah güller açmaz, asmalar çitilemez, gün batımında nehir kokulu esinti duyulmaz, sepetler dolusu fıstıklar olmaz gayrı ve de camgöbeği fistan giyilmez gayrı.
Görünmez bir el eğer tüm başları. Fırat üzerinde yüzlerce üzerlik baraja doğru yüzerde yüzer. Var git Fırat, var git gayrı sana türküler düzülür.
Kapıyı çalan kimdir, aç bakım gelen kimdir
Yaram derine düştü, belki gelen hekimdir.”
Dağ benden ne anlar
Cemil Kavukçu’nun öykülerinde hâkim olan, birey merkezli duyarlılıkları ön plana çıkarmasının tersine bu öyküde toplumsal bir sorun, yörede yaşayan insanların duyarlılığı ile verilmiş. Her ne kadar Kavukçu bu öyküsü için, “Ben bu öyküye ruhumdan bir şey katamadım,”* * açık yürekliliğini esirgememişse de öyküde bölge insanının evlerinin, camilerinin, bağ ve bahçelerinin Fırat tarafından yutulmasının tepkileri duygu yoğunluğu ile anlatılır.
Öykü kahramanı Şerif “Derin çizgilerle bölünmüş, görmüş geçirmiş, acılar çekmiş bir yüzü” olan, “Dua eder gibi sigara içen” dervişe benzeyen birisidir. Anlatıcıya iki yıl önce suların yükselmesiyle söylediği “Ben her gün bu dağlara bakacağım. Dağ benden ne anlar, ben dağdan ne anlarım” sözleri onu çok etkiler. Bu yaşlı adamı bulmak ister ama ortada ne köy, ne yol kalmıştır. Camiden kalan tek bir minare tepesidir.
Batan tarihtir ama binlerce yıldır uygarlığın beşiği olan bu kadim topraklarda nesilleri besleyen Fırat kıyıları yerine kıraç yerlere göç kaçınılmaz olmuştur. Yöre halkı bu yeni konutlara ve çevreye öfke-tevekkül karışımı buruk bir duyguyla alışmaya çalışır. “Gelen yabancıları kanıksamış, onlara dertlerini anlatmaktan yorulmuş, düş kırklığına uğramış yüzler” karşılar konukları. Yüreklerindeki Fırat’ı her gün besleyerek.
İki yıl önceki sözlerinin hatırlatılması üzerine Şerif “Dağlar kaldı ama ben onlara bakmıyorum, …bu suyu görmeden yaşayamam,” diye duygularını dile getirir. Yöreye tekrar yapılan ziyaretin ivecenliği, değişimi derinlemesine anlamak yerine Şerif’in şimdi ne diyeceğinin peşine düşmeleri de bir entelektüel yüzeysellik olarak yorumlanabilir. Bunu Fırat’ın kıyısında balık yemek; “Oh be” dedirtecek düzeyde rakı içme betimlemelerinde de görürüz. Bir yerde “Derdi çeken bilir” demeye getirmektedir Kavukçu.
Ol hikâyet ol kara sevda öyküde böyle anlatılır. Diyaloglarla kolay yürüyen bir öykü birebir tanıklığı olmasa bile bilgi donanımının yardımıyla birkaç saate sığan bir öykü zamanında bir karakter üzerinden kitabın temasına uygun hale gelmiş öykü, devamını bekletir gibi.
Keyifle okunan kitabın sonunda insan, Fırat’a karışan öyküler neden sürmesin, neden yirmi yıla yakın bir süre sonra gidilip görülüp insanımızın, coğrafyanın ne durumda olduğu yazılmasın diye sormadan edemiyor.
*20.11.2001, Öykü Bülteni.
** Şaban Özüdoğru – Ethem Baran, Söyleşi, Bilim ve Aklın Aydınlığında Eğitim Dergisi. Mart 2004 sayısı.
Naki Selmanpakoğlu – edebiyathaber.net (10 Haziran 2019)