Laurence Stern, yazdığı iki romanla modern edebiyat geleneğinin oluşumunda önemli katkılar vermiş yazarlar arasında gösterilmektedir. Yazarın klasik anlatıyı yıkan yazım anlayışı birçok edebiyat kuramcısına göre de modern edebiyat geleneğinin de oluşumunda büyük bir katkı sunmuştu. Yine birçok eleştirmen Dostoyovseki’nin Gogol’a atfettiği “hepimizin onun paltosundan” çıktık sözünü Stern için uyarlayıp, “bütün modern edebiyat Stern’in cübbesinden çıkmıştır” olarak uyarlamıştır. Esas mesleği papazlık olan İrlanda asıllı İngiliz yazar Stern, hayatı boyunca ekonomik zorluklar ve tüberküloz hastalığıyla mücadele etmek zorunda kalmış. Yazar, kısa yazarlık hayatına sığdırdığı Tristiam Shandy Beyefendi’nin Hayatı ve Görüşleri, Duygusal Bir Yolculuk gibi yapıtları hem olay örgüsü hem de yazım tekniği bağlamında James Joyce, Virginia Woolf gibi yazarları derinden etkilemeyi başarmıştı.
Stern, metinlerinde klasik edebiyat kalıplarının dışına çıkarak bilinç akışı tekniğiyle hikâyeyi betimlemiş, olay örgüsüyle hiç ilgilenmeden anlara, olaylara ağırlık vermiştir. Stern’in kendine has ve farklı bir üslubu var. Gündelik hayatı olduğu gibi aktaran bir edebiyat anlayışına sahip. Stern’in romanları olduğu gibi hayatı resmeder, olayların akışı da tıpkı hayat gibi sade ve bir olduğu kadar da karmaşıktır. Yersiz, yurtsuzluk, toplumun yerleşik ahlak kalıplarını alaya alan ince bir ironi ve konudan konuya atlayan olay örgüleri onun metinlerinin olmazsa olmazlarıdır. Özellikle gezgincilik hatta flanörlük onun karakterlerinin bir diğer özelliğidir.
Gezi/anı roman türü, edebiyatın önemli akımlarından birini oluşturmakta. Özellikle maceracı ve romantik bir ruhla dünyanın çeşitli yerlerine yapılan yolculukları anlatan romanlar tarih boyu insanların ilgisini çekmeyi başarmıştır. Seyahat olanaklarının pek de kolay olmadığı 17-18. Yüzyıl aralığında egzotik veya dünyanın bilinmeyen yerlerine yapılan gezintiler insanlar için büyük merak ve ilgi odağı olmuştur. Gezgincilik sadece kıtalar arası uzaklıkta olmaz hiç şüphesiz. Ülkeler ve kentler arasında özgürce dolaşmak, duygusal bir yolculuğa çıkmak, farklı insanlarla tanışmak, farklı kültürle hemhal olmak gibi bir durum da var. Toprakları, sınırları, belirli bir amaç doğrultusunda değil tamamen özgürce, keyfiyete bağlayarak çokça merak ederek, yeni insanların hikâyelerine serbest dalış yapmak isteyen gezginci yazarlar da tarih sahnesinde yıllarca boy göstermişlerdir. Laurence Stern işte bu kategoriye girmektedir. Özellikle ölümünden kısa bir önce yayımlanmış olan 1768 yılında Duygusal Bir Yolculuk bugün edebiyat tarihinin en ilginç gezinti/anı türü eserleri arasında durmaktadır. Stern’in son eseri ülkemizde farklı dönemlerde farklı yayınevlerinden okuyucuyla buluşmuştu. Roman, son olarak 2015 yılında Nihal Yeğinbolalı’nın çevirisiyle Can Yayınları’dan yayımlanmıştı.
Olaylar gezginin Fransa’dan İtalya’ya yola çıkmasıyla başlamıştı
Duygusal Bir Yolculuk’ta Yorick isimli bir gezginin (Karakteri Laurence Stern’in alter egosu olarak da okumak mümkün) İtalya’dan Fransa’ya doğru yaptığı yolculuğa tanıklık ediyoruz. Yorick’in seyahatinin belirli bir amacı ya da doğrudan söyleyelim hiçbir gayesi yok. 7 Yedi yıl savaşlarının tam ortasında biri olarak bürokratik ve askeri görevi yok mesela; ya da çok önemli birisine mektup da taşımıyor. Bir tek kendisinden sorumlu hayatı ve duygularının estiği yerlerde bulunmayı tercih eden birisi. Yorick isimli kahramanımıza göre gezginciliğin farklı kategorileri söz konusudur. Kendisinin henüz kitaplaşmamış “Gezginciler Antolojisi” isimli hayali eserde bu kategorizasyonu şöyle sıralamaktadır: “Aylak gezginler, Meraklı gezginler, Sahtekâr gezginler, Gururlu gezginler, Kibirli gezginler, Melankolik gezginler, Zoraki gezginler, Suçlu ve Sabıkalı gezginler, Talihsiz masum gezginler, Basit gezgin, Duygusal gezgin.” Hiç şüphe yok ki kısa ömürlerimizde duyguların önemini her daim hatırlatan Yorick, bu listede duygusal gezgin olarak yer almaktadır. Yaşasın “Duygular Ayaklanması”
İngiliz beyefendisinin bu seyahatle tek bir amacı var; gezip gördüğü, tanıştığı insanlardan topladığı hikâyeleri yazmak sonra da kitaplaştırmak. Bu sebeple, belirli bir rotayı takip etmek yerine “duygularının” götürdüğü yere gitmeyi tercih ediyor. Sakın yanlış anlamayın! Kahramanımızın modern hayattan bunalması sonrası kendini bulmak için doğaya vermek gibi bir dürtüsü de yok. Londra ya da Paris sıkıntısı içerisine düşmüş de değil. İflah olmaz bir romantik değil ama duygularını ve hislerini birçok şeyin önüne koyan bir gezgin kendisi. Yorick’in bu anlamda tek amacı herhangi bir yere bağlı kalmadan serbestçe ülkeler arasında mekik dokumak olduğunu söyleyebiliriz. Bu macerası az ama duygu dolu yolculukta kendisine Fransa’da tanıştığı uşağı La Fleur da eşlik ediyor. Çapkın ve iş bilen La Fleur özellikle Yorick’in acil hareket planlarında, flört ettiği kadınlara mektup yazmasına yardım ediyor mesela.
Yolculuğunun başlarında Calais kentinde bir papazla karşılaşıyor. Papaz cemaati için bağış toplamaya çalışıyor, Yorick ilk başta onu reddediyor, azarlıyor. Fukaralığın bir cemaate ait olmadığını tam tersine herkesi kapsadığına dair bir söylev çekiyor. Papaz bu söylenenler karşısında utanıyor. Yorick ise pişman oluyor. Duygular devreye giriyor ve papaza bir özür borcu olarak enfiyeleri takas etmeyi öneriyor mesela. Rotalar ve mesafeler uzuyor. Her adımda farklı insan hikâyeleri karşısına çıkıyor. En çok da kadınlar elbet. Tüm bu devasa duygular ayaklanmasında Yorick’in kalbini yerinden eden kadınlar onun yolculuğunun en önemli kısmını oluşturuyor. Onların güzel gözlerine meftun oluyor, tüm Viktoryan ahlakına nanik yaparcasına karşılaştığı kadınlara uzun mektuplar yazmaktan, iltifat etmekten asla vazgeçmiyor. Bir güzellik karşısında anca kelimeler o ince duyguları somutlaştırabilir zaten. Duygular bir an için su yüzüne çıktı mı onları daha da görünür kılmak gerek. İşte, Yorick de hikâyesinde tanıklık ettiği, karşılaştığı tüm kadınlar karşısında “duyguları şelale kılıyor” bir anlamda. ” Yaşasın aşk! Yaşasın sevişme!”
Yorick’in macerası sadece flörtüzlük üzerinden gitmiyor. Kahramanımız Yedi Yıl Savaşları’nın tam ortasında cepheler henüz sıcakken bu yolculuğunu sürdürüyor. İngiltere ve Fransa arasındaki gerginlik son sürat devam ederken pasaport sorunu çıkabiliyor. Bastille cehenneminde bir ömre mal olabilecek bir bürokratik engel. Yorick bu sorunu çözebilmek için de hemen devreye duyguları dahil ediyor. Gözlerine meftun olduğu isimsiz kadının Şekspir hayranı ağabeyi Kont’tan yardım istiyor. Kont’un Versay’daki malikanesine gidiyor. Karşılıklı Şekspir üzerine konuşuyorlar. Fransa ve İngiltere’nin bitmek bilmeyen kültürel ayrımlarından bahsediyorlar. Bir takım yanlış anlaşılmalar olsa da Yorcik, istediği pasaportu ve özgür gezginliğe sahip oluyor. Sınırlar arası gezinti özgürlüğüne sahip olan Yorick, kaldığı yerden gezintisine, maceralarına devam ediyor. İngiliz beyefendisinin duyguları harekete geçirecek tüm olaylar, anlar, aşklar onun macerasının önemli kısmını oluşturmaya devam ediyor. Gerisi hayat ve yaşanacak onca hikâye… “Yüreği her şeye açık olan kişi şu kısacık ömür parçası içinde ne çok macera yaşayabilir! Görmeye gözü varsa eğer, hayat yolunda ilerlerken zamanın ve tesadüflerin ona her an sunduklarından da hakça yararlanabilir.”
Laurence Stern edebiyat tarihinin en başarılı hiciv ustaları arasında gösterilmektedir. Stern’in ikinci kitabı Duygusal Bir Yolculuk bir taraftan farklı bir gezgin hikâyesi anlatırken diğer taraftan da 18. Yüzyıl Avrupa’sının yerleşik ahlak kalıplarını, bürokrasisini hicvediyor, Fransa ve İngiltere arasındaki kültürel farklılıkları, insan ilişkilerine odaklanıyor. İnsan ilişkileri anlamında çıkarcılık yapmak yerine en çok da duyguları öne çıkarıyor, hoşlandığı kadınlara iltifat etmekten, flört etmekten çekinmiyor; kendisine mutlu eden olayların, anların tadına varmaktan kaçınmıyor. “Yaşasın mutluluk! Benim de şimdi bütün mutluluğum sizi düşünmek olacaktır…”
edebiyathaber.net (17 Nisan 2020)