19. yüzyıl başlarında Paris’te kullanılmaya başlanan ve “amaçsızca dolaşan kişi” anlamına gelen “flanör” kelimesinin dişilini türeterek “flanöz” gibi Fransızca pek çok sözlükte bile yer almayan bir kelimeyi kendi yaşam tarzıyla özdeşleştiren Lauren Elkin’in “Flanöz: Şehirde Yürüyen Kadınlar” adlı kitabı birden fazla yazı türünün iç içe geçmesiyle dikkat çekiyor.
Araştırma, deneme, gezi yazısı, otobiyografi ve anı türlerinin bir karışımı olan eser, başarılı anlatımıyla roman tadı da veriyor.
Balzac’ın genel flanör tanımına bir de “şehirle olan deneyimlerini eserlerine aktaran sanatçı” tanımının eklediğini gören ve Baudelaire’in flanör’ünün “kalabalıklarda sığınak arayan sanatçı” olduğunu fark eden yazar, bitirme tezi için yaptığı araştırmalar sırasında tarih boyu flanör kavramının sadece eril cins için kullanılırken dişil cinsin yok sayıldığının ayırdına vararak sözcüğü dişileştirir ve bir “flanöz” olarak dünyanın çeşitli şehirlerinde bu bilinçle dolaşmaya başlar. Yazarın araştırmalarına göre Ford Madox Ford ise ilginç bir şekilde flanör ile romancı arasında bir bağ kurmuştur; her ikisinin de işi, görünmeden kalabalığı gözlemlemekle ortaya çıkmaktadır.
Flanöz kavramının ortaya atılmasıyla birlikte dünyada pek çok toplumda kanıksanmış klasik cinsiyet rollerine bir başkaldırının ortaya çıktığını görüyoruz. Flanözün; “Özgürleşmiş, gitmemesi gereken yerlere gitmeye kararlı bir kadın,” tanımlamasına dayanarak dişil cinsin sanat, edebiyat, tarih ve metropolle olan ilişkilerini ele alan Lauren Elkin bir yandan Virginia Woolf, George Sand, Sophie Calle, Martha Gellhorn, John Rhys, Joan Didion gibi flanözlerden ilginç anektodlara yer verirken kendisini onlarla özdeşleştirerek kitabın içeriğini derinleştiriyor. Yazar, New York, Paris, Londra, Venedik, Tokyo gibi metropollerdeki flanözlük maceralarıyla okuru bu kentlerin sokaklarında doyumsuz lezzette gezintilere çıkartıyor.
Çocukluğu ve ilk gençliği ABD’nin banliyösü olan Long İsland’da geçen yazar, hiçbir zaman sevemediği banliyö yaşamına bir tepki olarak tenha sokaklar yerine kalabalık caddeleri, müstakil ev yerine kent merkezlerindeki apartman dairelerini tercih ettiği yaşamında, hayalindeki özgürlüğü arıyor: “Banliyölerdeki yerleşim kadının sınırlarını sağlamlaştırır: sık parmaklıklar, yakındaki alışveriş merkezi,…ekspres yollar,… banliyöde yaşayan asi kadınların nasıl da canlarına okunduğunu bir düşünün.”
Lauren Elkin’in özgür ruhlu bir flanöz olarak çeşitli metropollerin sokaklarında geçirdiği kaliteli zamanı, tarihteki hemcinslerinin yaşadığı cinsiyet ayrımcılığı içeren zor dönemlerle karşılaştırması, flanöz kavramının yanı sıra ister istemez feminist kavramını da yansıtmasına neden oluyor: “Yasaklar ve başkaldırılarla dolu bir alanda, ardındaki duvara karşı sigarasını yakmak üzere olan bir kadın. İsimsiz, ebedî tekilliğiyle dikiliyor.”
Okuru, tarih boyunca erkek üstünlüğünün kol gezdiği sokaklarda gezen kadınların fahişe olarak nitelendirildiği, üst sınıftan kadınların ise evle özdeşleştirildiği günlerden günümüze kadar bir yolculuğa çıkartan yazar, sonunda sokakların ve halka açık alanların tadını çıkartmaya hak kazanan dişil cinsin sorunlarını dile getiriyor: “Her ne kadar aşağı yukarı şehrin her yerinde rahatça dolaşabildiğini düşünmek istesek de flanöz, görünür olmak için bugün bile savaş veriyor.”
Şehirlerin sokaklarında yürümeyi bir çeşit terapi olarak da gören yazar, harekette hareketsizliği keşfederek yürüyüşün büyülü yönlerini sözcüklere döküyor: “Yürüyorum, çünkü hoşuma gidiyor… Dilediğim zaman durabilmeyi, defterime not alabilmeyi, … telefonumda mesaj yazmak için bir binanın duvarına sırtımı yaslayabilmeyi ve tüm bunları yaparken dünyanın bir anlığına donuvermesini seviyorum. Çelişkili bir biçimde, yürümek bana durağanlık imkânının varlığını hatırlatıyor. Yürümek, ayaklarınızla şehrin haritasını çıkarmaktır… Yürüyorum çünkü o da bir yönüyle okumaya benziyor. Oradasınız ama tam olarak orada sayılmazsınız.”
Amaçsızca belki de biraz aylakça şehir sokaklarını keşfetmeye çalışan flanözün amacı zıtlıklarla doludur aslında: Ya ünlü olmak istiyordur ya gizlenmek, ya özgürlüğüne kavuşarak dünyayı değiştirmek veya dünya tarafından değiştirilmek… Nitekim flanözlerin pek çoğunun olduğu gibi ruhunda özgür ve cesur kuşların uçuştuğu yazarın da yürümeyi sevmedeki amacı bu zıtlıklardır: “Bırakın hayatın içimde ve etrafımda dolaşmasını hissedeyim. Bana heyecanlı olaylar verin. Bana beklenmedik dönemeçleriyle köşe başları verin. Bana tekinsiz kiliseler, güzel vitrinler, uzanabileceğim parklar verin.”
Londra’da bulunduğu günlerde şehri; “Londra’da yalnız başına yürümek istirahatlerin en büyüğü,” diyen Virginia Woolf’ün gözüyle gezen yazar, şehirdeki her sokak için bir ciltlik kitap okumalıyız, görüşündeki Woolf’ün metropolü keşfetme tarzı ve yürüyüş zevkinden oldukça etkilenmiş görünüyor. Woolf’ün eserlerindeki kurgu, mekân, kahraman gibi unsurların ortaya çıkmasında, sokakları keşfe çıkmasının ve insanları yakından gözlemleyerek ilham almasının payı elbette yadsınamaz.
Virginia Woolf, bu alışkanlığından yola çıkarak kadınların ev içinde kendilerine ait karakteristik objelerden uzaklaşıp cinsiyetlerini bir tarafa bırakarak sokağa çıktıklarında bazılarının, yazmanın sınırların ötesine adım atma yolu olduğunu fark ettiklerinin altını çizmiştir ve yaratma serbestisinin önemini belirtmiştir. Nitekim yazarın kadın okurlarına tavsiyesi de Woolf’ü onaylar nitelikte: “Bir dünyayı kâğıt hışırtılarıyla yeniden yaratmamız gerekiyor. Ya da ayakkabılarımızı giyip kapıdan dışarı çıkabiliriz.” Woolf’ün kitaplarında sıklıkla şehir yaşamındaki erkek egemenliğinden yılan kadınların, ilerleyen yaşlarında kamusal alandaki her türlü erkek egemenliğini reddettiklerine de şahit oluruz. Günümüz şartlarında yaşananlar düşünüldüğünde o günlerden bugüne benzer sorunların şekil değiştirerek devam ettiğini görmek oldukça üzücü…
Paris’teki günlerinde ise bir flanöz olarak kendisine örnek aldığı George Sand’dan (Aurore Dudevant) söz eden Lauren Elkin, Sand’ın yaşadığı dönemde şehirde bir kadın olarak dikkat çekmeden rahatlıkla gezebilmesi için o dönemdeki hapis cezası riskine rağmen erkek kıyafetlerine bürünmeyi tercih edişini örnekliyor. Yazar, Sand’ın bir yarı-feminist olarak kendisine dayatılan ahlâk kurallarından daha doğru ve daha saf olanlarını benimseyerek kadın, erkek herkesin özgür iradeleriyle yaşayabilmeleri için savaştığını belirtiyor. Bu tarz zorunlu karşı çıkışlarda flanözlük kavramının ister istemez feministlik sınırlarına doğru kaydığı dikkati çekiyor:
1830’da Paris’teki şiddet olayları, kolera salgını gibi talihsizlikleri, Sand’ın otobiyografisinden alıntılarla aktaran yazar, yakın geçmişteki Charlie Hebdo saldırısında yaşanan kaosu da anımsatıyor ve böylelikle şehir yaşamının ürkütücü özelliklerine de değinerek çok sevdiği metropolleri objektif bakış açısıyla farklı perspektiflerden de ortaya koyuyor. Kitapta sözü geçen metropolleri neredeyse adım adım gezen yazarı, yeri geliyor bir şehir planlamacısı kadar ustalıklı fikirler yürütürken buluyoruz.
Doktora sürecinde roman yazma amacıyla gittiği Venedik’i ve sonrasında Tokyo’yu da Londra ve Paris gibi bir flanöz gözüyle gezip anlatan yazar, bu kez bir kurgu oluşturulacaksa ilgili mekânı görüp yaşamadan başarılı olma ihtimalinin güçlüğünden dem vuruyor. Burada Jeanette Winterson’un Venedik’i görmeden yazıp hayal gücü sayesinde başarılı olmasına karşın kendisinin Venedik’e yeniden bir mekân algısı kazandırabilmek adına, görmek hatta orada yaşamak zorunda olduğunu vurguluyor.
Yazarın, Birleşik Devletler, Avrupa ve Asya arasında yaptığı yolculuklar ve bu kıtalarda kurduğu yaşamlar sonucu, günümüzde dünya vatandaşı olma yolundaki okurlarına sunduğu tavsiye dikkate değer: “Köklerden sakının. Saflıktan sakının. Durağanlıktan sakının. Bir yere ait olduğunuzu söyleyen o ürpertici histen sakının. Akışı, saf olmamayı, kaynaşmayı kucaklayın.”
Lauren Elkin, bu kitabıyla yüzyıllarca sokaktaki varlıkları engellenen, yok sayılan, argümanları ciddiye alınmayan, dünya vatandaşı sayılmayan kadının, kendini olduğu gibi kabullendirme çabalarına büyük katkıda bulunuyor.
Selva Trak Ulupınar – edebiyathaber.net (29 Kasım 2018)