Acımasız Aydınlık, Türkçe çevirisi ile, 2013’ün son aylarında ülkemizin kısıtlı sayıdaki fotoğraf kitapları arasında yerini aldı.
Espas Yayınları tarafından yayınlanan kitabın ana konusu fotoğraf ve politik şiddet olmakla birlikte, fotoğraf üzerine eleştirileri ve yazıları ile dünya çapında isim yapmış eleştirmenlere bir karşı eleştiri kitabı olarak değerlendirilebilir. Kitabın yazarı Susie Linfield’in eleştirilerinin başlıca hedefi, fotoğraf başta olmak üzere görsel imgeler üzerine yazdıkları ile 20. yüzyıla damgasını vurmuş Susan Sontag, John Berger ve Roland Barthes’ın fotoğraf üzerine yaptıkları eleştiriler. Giriş bölümünde Linfield “Geniş bir bakış açısı içerisinde, bu kitap Susan Sontag’ın fotoğraf eleştirilerine karşı yazılmıştır.” diyor. Bu isimlere ait kitapları beğeni ile okuyanlar ve fotoğrafın politik arenadaki kullanımı ile ilgilenenler için oldukça ilgi çekeceğini düşündüğüm ‘Acımasız Aydınlık’, beni bu açıdan bir parça hayal kırıklığına uğrattı. Kitabın giriş bölümünü okuduğumda Linfield’in, Sontag, Berger ve Barthes’ın söylemlerine yeni bir alternatif, karşı bir duruş ya da farklı bir pencere açmasını, dolayısıyla bugüne kadar fotoğraf üzerine okuduklarımıza farklı bir bakış açısı getireceğini umuyordum. Oysa kitapta yapılan eleştirileri Sontag, Berger ve Barthes’ın söylemlerine karşı bir duruş sergileyecek yeterlilikte bulmadığım gibi, Linfield’in bu yazarların söylediklerinden farklı bir söylem geliştirdiğini de düşünmüyorum.
Yukarıdaki olumsuz eleştirilerime rağmen, fotoğraf ile ilgilenenlerin kitabı kesinlikle okuması gerektiğini düşünüyorum. Çünkü ‘Acımasız Aydınlık’, politik şiddetin fotoğraf aracılığı ile kitleleri nasıl yönlendirdiğine dair, Türkçe olarak yayınlanan zaten çok az sayıdaki fotoğraf kitaplarında anlatılanlara ek olarak, pek çok yeni örnek içeriyor. Ayrıca kitapta yer alan eleştiri-karşı eleştiri örnekleri ile bugüne kadar fotoğraf üzerine okuduklarımızı tekrar irdeleyebilmemiz için bize benzersiz bir fırsat sunuyor.
Linfield kitabında, fotoğraf ve politik şiddet ilişkisini “Polemikler”, “Mekanlar” ve “İnsanlar” olmak üzere üç bölüme ayırarak üç farklı pencereden anlatıyor. İlk bölümde, yukarıda sözünü ettiğim gibi Susan Sontag, John Berger ve Roland Barthes’ın fotoğraf üzerine söylemlerine savaş açıyor. Öyle ki bu bölümün başlıklarından biri “Fotoğraf Eleştirmenleri Neden Fotoğraftan Nefret Eder?” ifadesini içeriyor. Linfield, bu yazarların fotoğrafı hor gördüğünü iddia ediyor. Ancak Linfield’in bu eleştirileri bence son derece haksız bir yargılama içeriyor. Çünkü Sontag da, Berger de, Barthes da fotoğraftan nefret etmek ya da hor görmek bir yana, fotoğrafa tutkun olmaları nedeni ile bu alanda yazılar yazmışlardır. Linfield bu yazarları, fotoğrafın tek başına bir şey ifade edemeyeceği, fotoğrafçıların acıyı estetize edişi, medya tarafından sürekli pompalanan şiddet fotoğraflarına ve başkalarının acılarına bakmanın izleyiciyi duyarsızlaştırdığı ve şiddeti normalize ettiği, fotoğrafın farklı sunumlarda farklı anlamlar yüklenebileceğinden hareketle doğruyu söyleyemeyeceği, bu nedenle irdelenmesi gerektiği, fotoğrafın kapitalizmin en önemli hizmet aracı olduğu söylemleri nedeni ile eleştirmektedir. Ancak karşı eleştirileri, bu söylemleri geçersiz kılmakta ya da zayıflatmakta yetersiz kalmaktadır.
“Mekanlar” olarak isimlendirilen ikinci bölüm, her biri bir alt bölümde anlatılan Nazi toplama kamplarından Auschwitz, Çin, Sierra Leone ve Ebu Garib olmak üzere dört farklı mekandaki politik şiddet ve fotoğraf ilişkisini irdeleyen örnekleri ile okuyucuyu sarsıyor. Bu bölümü okuduğumuzda, insanoğlunun vahşetinin ve şiddetinin sınırsızlığı konusunda bir kez daha dehşete düşüyoruz. Mekanlar bölümü, özellikle fotoğrafın sosyal belgesel alanında çalışanlara benzersiz bir kaynak sunuyor. Linfield bu bölümde James Natchway’in bir çalışmasından bahsederken kabul etmek zorunda kaldığımız bir gerçeği dile getiriyor: “Asıl ölümsüz olan savaşın kendisidir.”
Kitabın son bölümü “İnsanlar”da ise, fotoğrafları ile hafızalarımıza kazınan üç büyük fotoğrafçı, Robert Capa, James Nachtwey ve Gilles Peress üç alt bölüm olarak yer alıyor. Linfield, bu üç ismi örnek seçerek, tarihin farklı dönemlerinde farklı fotoğrafçılar tarafından politik şiddetin nasıl sunulduğunu anlatıyor. Bu bölümde beni en çok, savaşı, şiddeti, en kanlı katliamları ve linçleri bizzat tam içine girerek fotoğraflayan bu fotoğrafçıların bu işi neden seçtikleri, bizlerin bakmaya bile dayanamadığı görüntülere objektiflerini nasıl doğrulttuklarına dair söyledikleri etkiledi. Belki savaş ölümsüz ve belki bu fotoğraflar savaşları durdurmaya ve dünyayı değiştirmeye yetmeyebilir. Bu bölümde Linfield yine de bize orada, yani biz rahat koltuklarımızda otururken, dünyada bir yerlerde insanın insana ne yaptığını gösterdikleri için onlara minnet ve saygı duymamız gerektiğini hatırlatıyor.
Fotoğraf, hem görsel anlatımı ile hem de üzerine bu kadar konuşulması, yazılması ve tartışılması ile insanlık üzerindeki gücünü sürdürmeye, kitleleri yönlendirmeye ve insanlığın görsel dili olmaya devam edecek. Bence ‘Acımasız Aydınlık’ın söylediği en önemli şey; fotoğrafçının objektifini bir konuya doğrulturken, izleyicinin bir fotoğrafa bakarken, yayıncı ya da herhangi birinin bir fotoğrafı sunarken hangi sorumluluklara sahip olduğunu bilmesinin gerekliliğidir. Linfield’ın dediği gibi; “Fotomuhabirler göstermenin etiğinden sorumluyken, görmenin etiğinden sorumlu olan ise bizizdir.”
Espas Yayınları ‘Acımasız Aydınlık’ ve ‘Fotoğrafı Düşünmek’ isimli kitaplarını yayınladıktan sonra tüm çabalamalarına rağmen kepenklerini kapattı. Espas, “okuma özürlü” bir ülkede bu kaderi paylaşan ne ilk ne de son yayınevi olacak. Bu yazı vesile olsun; tüm fotoğraf severleri, fotoğraf makinesi ve cep telefonu satışları ile tüm dünya pazarının ağzını sulandıran ülkemizde, zaten sayıları çok az olan fotoğraf üzerine yayınların satış rakamlarının azlığı üzerine düşünmeye davet ediyorum.
Şule Tüzül – edebiyathaber.net (22 Ocak 2014)