Michel Foucault’nun iyi bir okur olduğu bilinse de edebiyat üzerine çok fazla metni yok gibi görünüyor. Benim bildiğin direkt edebiyat ile ilgili metni Raymond Roussel üzerine yazdığı ve Türkçe’ye “Ölüm ve Labirent” adı ile kazandırılan kitabı. Bu anlamda geçtiğimiz günlerde Metis tarafından basılan; “Büyük Yabancı: Dil Delilik ve Edebiyat Üstüne Konuşmalar” önemli bir metin. Kitap bize, Foucault’nun edebiyat, dil, delilik, eleştiri, analiz gibi çeşitli konulardaki düşünceleri üzerine oldukça önemli fikirler veriyor. Metin, Foucault’nun 1963 yılında Fransız radyosunda yayınlanmış iki programın tamamını, 1964 yılında Brüksel’de “Edebiyat ve Dil” üzerine verilmiş bir konferansı ve 1971’de Bufalo’da sunulmuş, Marki de Sade üzerine bir incelemeyi içeriyor.
Foucault’nun “Kapatılma Teorisi”nin üzerinde hassasiyetle durduğu konulardan birisinin “delilik” olduğunu biliyoruz. Onun: “Tarihçiler için çok önemli olmayan bir kültürün tarihini yazmak isteyen benim için önemli bir konudur.” Diye belirttiği “delilik” ile ilgili kitapta yer verilen iki radyo programında deliliğin dil ile ilişkisi tartışılıyor. Bu anlamda Foucault şöyle bir örnek veriyor: “Tiyatro deliliğe ve şenliğe sırt çevirir, onun güçlerini ve yıkıcı şiddetini kontrol etmeye çalışır.” Bunun şöyle bir sebebi vardır sanırım, seyirciler vardır ve tiyatro seyirciye oynar. Bu da bir sınır demektir. Oyunun sınırını belirleyen dışarıdan bir şey vardır. İşte bu sınır delinin ya da daha geniş anlamıyla farklı olanın (fahişenin, eşcinselin) sesini kısar yani onu oyun içerisinde sessizleştirir.
Zannediyorum ki, Foucault’nun tiyatro ile ilgili söylemeye çalıştığı böyle bir şeydir. Foucault’nun, Jean Doat ile gerçekleştirdiği programda yazar, özellikle Shakespeare’in “Kral Lear” adlı metninin delilik sahnesi üzerinde duruyor çünkü ona göre bu metin; “tam ve eksiksiz anlamıyla trajik bir delilik deneyiminin çok nadir cinsten, çok benzersiz bir ifadesi” olarak çıkıyor karşımıza. Bu konuda üzerinde durulan bir diğer metin ise Cervantes’in “Don Quijote” adlı kitabı. Bu eserin özellikle mezar kitabesi ve sonu Foucault’ya göre önemli bir şeyi, deliliğin bilincinde olmak ve olmamak arasındaki farkı kanıtlıyor. Don Quijote örneği üzerinden gelinen sonuç, deliliğinin bilincinde olan için bu durumun neredeyse hayatla ölüm gibi bir anlam ifade ettiği. Çünkü geniş anlamıyla “akılcılık” üzerinden tanımlanan delilik her türlü farklılığa karşılık geliyor ve farklı olmak, Paris’te 1967 yılında yapılan tutuklamalarda da açıkça görüldüğü gibi kapatılmak demek. Bu vaziyet dilin aklın buyurganlığına girmesine sebep oluyor. Böyle bir dil sözden mahrum, kendisini sadece jest ve mimiklerle ifade edebilen bir mırıltıya ve kısık sesliliğe dönüşüyor. Bu durum Foucault’ya göre Klasik Çağ boyunca böyledir. Deliliğin sessiz dilinden anlamamız gereken zannediyorum ki yine “akıl dışı” kabul edilenin susturulması anlamına gelecektir, kitapta örneklenen metinlerle de galiba düşünürün yapmaya çalıştığı bu durumun edebiyat diline nasıl yansıdığına dikkat çekmektir.
Foucault’ya göre, konuşmak ile deli olmak imkȃnı eş zamanlıdır; bunlar adeta ikizmiş gibi iç içe geçmiştir. Bu konuda düşünüre katılmak gerekir, dil her ne kadar toplum, devlet ve diğer kurumlar tarafından biçimlenmeye, denetlenmeye çalışılsa da bir yanıyla öznel ve “akıl dışı” yanını koruyabilir. Belki de devamlı konuşmanın düşünmeyle ilişkisinin kurulduğu veciz sözlerin olması bu nedenledir örneğin; “düşünmeden konuşma” gibi. Bu anlamda dil insanlara bir anlamda “deli bir özgürlük” bahşeder. Ancak bu durum her zaman geçerli değildir. Foucault’nun edebȋ söz ile ilgili dikkat çektiği şu durum gibi; “19. yüzyılda susma zevkine erişeceğimiz gerçek bir dünyada özgürleşmek için konuşuyor, yazıyorduk. 20. yüzyılda ise deney yapmak için, artık sadece kelimelerde var olan ama kelimeleri de kasıp kavurmuş olan bir özgürlüğün boyunu ölçmek için yazıyoruz.”
Bu önemli bir noktadır bana göre, dilin sınırlarının ölçülere, bir takım kalıplara ya da akla teslim edilmesine gönderme yapar. Artık özgür olamayan her anlamda sınırları çizilmiş bir dil ile karşı karşıyayızdır. Yani dilin artık kemiği vardır, dışarıdan bir müdahale söz konusudur. Yazan kişi metninin özneliğini kaybeder. Böylece metin bir anlamda aklın tahakkümüne girer. Böyle bir durumda deliliğin sınırlarında dolaşan edebiyat dili kurtarıcı olabilir belki de. Foucault, edebiyat ile deliliğin ortak bir ufku olabileceğinden söz ediyor: “Edebiyatla delilik galiba etrafımızda buluşan yerle gök gibiler; ama birbirlerine boyuna içinde ilerlediğimiz, içinde konuştuğumuz, ağzımıza bir avuç toprak tıkıldığı güne kadar konuştuğumuz geniş bir açıklıkla bağlılar.” Bahsedilen bu bağın imkȃnlarından yararlanmak da yazara düşüyor eğer dilin sınırının aklın ve belki de genel ahlȃkın çizgisinden kurtarılması sağlanırsa bu ilişki yazıya özgür var oluş sunabilecektir.
Kitabın bir diğer bölümünde Foucault’nun “Edebiyat ve Dil” başlıklı verdiği konferansa yer verilmiş. Yazar, bu bölümde dil, edebiyat ve eser arasındaki tuhaf aşk üçgeninden yola çıkarak: edebiyat nedir? Kelimelerin edebiyatla ilişkisi nasıldır? Edebiyatın eserle, dille ilişkisi ve kendisiyle olan ilişkisi nasıl ortaya çıkar? Edebiyat kelimelerle nasıl kilitleri kırabilir? Gibi soruları tartışırken bana göre bu bölümde özellikle edebiyat eleştirisini sorguladığı bölüm oldukça önemli bir yerde duruyor. Eleştiri, birincil dil olan edebiyatın, ikincil bir dil tarafından tekrar yorumlanmış halini ortaya çıkarıyor. Foucault’ya göre başlangıçta eleştiri: “ Okumanın ayrıcalıklı, mutlak ve birincil biçimiydi.” Ancak artık eleştiri yapılan okumayı aktarmaktan çok bizzat kendisi bir yazı olarak var olmak istiyor.
Bu yazı elbette birincil olabilecek bir yazı olmayacak ancak kurduğu ilişki, metinle iç içe geçmiş, kendisini onunla örmüş bir yazma deneyimi olarak ortaya çıkacak. Bu anlamda edebiyat analizi denilen şey esasen; eserin yapısı içinde kendi kendisine yaptığı göndermenin, kendi kendisine imasının deşifre edilmesi anlamına geliyor. Yani buradan anlaşılan: Bir eserin analizi aslında kendi kendisini içerir, kendi göstergelerine gönderme yapar, söylemek istediğini gün yüzüne çıkarabilir. Foucault’nun bu konferans metni göstergeler, zaman ve mekȃn odaklı edebiyat eleştirisi, biçimciliğin ret edildiği bir analizin imkȃnlılığı gibi pek konuya değinirken, bize birçok soru işareti ve düşünme pratiği bırakıyor.
Kitabın son bölümü Sade üzerine verilmiş konferanstan oluşuyor. Bu metinde Sade’ın yazma edimi, getirdiği yenilikler, yaptığı saptamalar hakikat ve arzu ilişkisi ile dil üzerinde durulmuş. Foucault’nun “Büyük Yabancı” adıyla çevrilen bu kitabı üzerinde çok daha ayrıntılı bir şekilde durmayı hak ediyor. Ancak sanırım en temel sorunu ve bize söylediği şey yine Foucault’nun şu cümlelerinde gizli: “Tanrı’nın geri dönülmez biçimde öldüğü ve sağdan soldan gelen bütün vaatlere, sağın solun bütün vaatlerine rağmen artık mutlu olamayacağımız bir dünyada dil bizim tek çaremiz tek membaımızdır.” İşte dile bu kadar önem atfettiğimiz bir dünyada kitap, dilin işlevi, sunduğu imkȃnlar, edebiyat ile ilişkisi ve daha pek çok bakımdan dönüp dönüp bakacağımız bir okuma sağlarken, Foucault’nun getirdiği önerilerle ayrı bir anlam kazanıyor.
Emek Erez – edebiyathaber.net (8 Ekim 2015)