Geçtiğimiz günlerde vizyona giren ve “Frankeştayn”ın yazarını konu alan “Mary Shelley” adlı filmin üzerimdeki etkisi uzun süre silinmedi. İngiliz yazar Mary Shelley ve Frankeştayn hakkındaki araştırmalara başladığımda, filmde anlatılanların da ötesinde ilginç sonuçlara ulaşmıştım.
Özellikle tiyatroda sergilendikten sonra dünyaca ilgi gören gotik korku romanı “Frankeştayn”, ünüyle yazarının önüne geçen ve onu gölgede bırakan eserlerden biri. Oysa Mary Shelley roman, kısa öykü, drama, biyografi ve gezi yazıları gibi daha pek çok türde eser vermiş bir yazar. Annesi, sıra dışı yaşamıyla bilinen ve kendisinin doğumunun ardından yaşamını kaybeden feminist yazar, filozof Mary Wollstonecraft, babası ise politikacı ve filozof William Godwin.
Mary, özellikle babasının geniş kütüphanesi ile kendini yetiştirerek yaşıtlarına kıyasla iyi bir eğitim aldı. Boş kaldığı hemen her anı, ölümünden kendisini sorumlu tuttuğu annesinin mezarının başında kitap okuyup hikâyeler yazarak geçiriyor, anne sıcaklığını orada bulmaya çalışıyordu. Üvey annesi ile yaşadığı sorunlar nedeniyle babası tarafından İskoçya’da sürgünde bulunan dostlarının yanına gönderilen Mary, orada kaldığı süre içinde ülkenin muhteşem doğasından etkilenerek beslendi ve hayal gücünü geliştirdi. Gotik edebiyat unsurlarının ruhundaki gelişimi ilk kez burada başladı.
Entelektüel bir ailede yetişen yazar, 1814’te dönemin ünlü ve romantik şairlerinden Percy Bysshe Shelley’e âşık olduğunda kendisi on altı, Percy Shelley ise yirmi bir yaşındaydı üstelik evliydi ve bir kızı vardı. Babasının tüm karşı koymalarına rağmen Mary, yanına üvey kız kardeşini de alarak ünlü şairle birlikte ülkeyi terk etti; ta ki günün birinde Percy Shelley’nin eşi intihar edene dek… Bu dönemde Mary’nin üvey kız kardeşi de yaşamına son vermişti. Çift, bu olaydan bir süre sonra Londra’ya dönerek evlendi.
Zorlu ve sorunlu kişilik yapıları nedeniyle başından beri fırtınalı bir beraberlikleri olan çift, Percy’nin sorumsuzca yaşamı, sürekli aldatmaları ve üst üste çocuklarını kaybetmeleri gibi trajik olaylar nedeniyle mutluluğu yakalayamadı. Bir zirveye çıkıp bir dibe vurarak savrulan hayatlarında sürekli uçlarda yaşamaları ve kendilerini besleyen edebî çevrelerinin de etkisiyle ikisi de başarılı eserler verdiler.
Mary Shelley’nin yaşadığı bunalımlı günler, özellikle Frankeştayn’ın ortaya çıkmasını sağladı ve Frankeştayn çalkantılı, trajik bir yaşamın ürünü olarak kendini gösterdi. Eser, Mary’nin acılı yaşamının ve saplantılı bir bağımlılıkla her türlü yanlışını görmezden geldiği kocasının ruhunda açtığı yaraların, ürpertici satırlar olarak kendini dışarı vurmasıydı. Bir başka deyişle Frankeştayn, belki de onun çıldırmasını engelleyen bir dışa vurumdu; asla alelade bir korku romanı değildi.
Lord Byron’un daveti üzerine bir süre ünlü şairin şatosunda konuk olan çift, burada eşcinsel ilişkileriyle bilinen Byron ve arkadaşı Doktor John William Polidori ile dostluk kurdu. Bir gün, Byron’un herkesin bir hayalet hikâyesi yazması teklifi üzerine Mary’nin yarı uyanıkken gördüğü rüyanın da etkisiyle ilkin kısa öykü olarak tasarladığı Frankeştayn’ın temeli atıldı ve Mary eserini burada yazmaya başladı. Doktor Polidori ise uzunca bir süre Lord Byron’a ait olarak bilinen “Vampir” adlı eseri yazdı. Sonraki dönemlerde Byron her ne kadar eserin kendisine ait olmadığını söylese de insanları inandıramadı, bunalıma giren Polidori ise yaşamına son verdi.
Kısacası, doğumundan itibaren yaşamını trajedilerin, çapraşık ilişkilerin içinde geçirerek yalnızlığın bunalımına itilen Mary Shelley’nin içinde bulunduğu çıkmazı ve eşine duyduğu öfkeyi yansıttığı bir eserdir Frankeştayn. Tıpkı Doktor Polidori’nin “Vampir” inde aslında ikili ilişkilerinden dolayı bir nevi psişik vampiri olarak gördüğü Lord Byron’a yansıttığı öfke gibi…
Bu iki yazarın ortak bir yönleri daha vardı ki her ikisinin de kızgınlık duydukları iki insana olan duygularını aktardıkları bu eserlerin, kaderin garip bir cilvesi olarak onlara ait sanılması oldu. Nitekim Mary, 1818’de Frankeştayn’ı yazdığında çok genç bir kadın olması nedeniyle o dönemde hiçbir yayıncıyı romanı kendisinin yazdığına inandıramadı. Frankeştayn -diğer adıyla Modern Prometheus-, ilk kez kocası şair Percy’nin yazdığı bir önsözle rumuz kullanılarak basılabildi ve eseri Percy’nin yazdığı düşünüldüğü sırada Percy Shelley, dürüstlük göstererek gerçeği duyurdu. Frankeştayn’ın bundan sonraki basımları Mary’nin adına olacaktı.
Çağdaş kurgunun yaratıcısı olan Mary Shelley, annesinin aksine kendi kişisel özgürlüğünü yaşamayı reddeden fakat başkalarınınkine saygı duyan bir kişilikti. Ve kişisel özgürlüklere saygısını, dolayısıyla toplumsal dayatmaları sorgulayan yapısını eserlerine de yansıttı. Böylelikle roman ve öykülerinde insan ruhunun derinliklerine inerek yaşanılanların psikolojik yansımaları üzerinde durdu.
İlerleyen yıllarda hayatta kalan tek oğullarıyla yaşamlarını sürdüren ünlü çiftin ortak hayatları, İtalya’da yaşadıkları sırada Percy Shelley’nin, arkadaşıyla çıktığı bir yat gezisinde yakalandıkları fırtına sonucu kaybolarak yaşamını yitirmesiyle son buldu. Mary Shelley, eşinin ölümünün ardından İngiltere’ye dönerek kendini Percy’in yayımlanmamış şiirlerini düzenlemeye, oğluyla çıktıkları seyahatleri anlattığı gezi yazılarını yazmaya verdi. Lodore, Falkner, A Novel, Valperga, The Fortunes of Perkin Warbeck, The Last Man gibi eserlere de imza atan Mary Shelley, beyin tümörü nedeniyle elli üç yaşında trajik yaşamına veda etti.
Yazar, ardında yaşamlarında herhangi bir nedenle yalnızlığa mahkûm olan, her daim tek başına mücadele etmek zorunda kalanlara ithafen yazılmış ve asırlarca okunacak “Frankeştayn gibi trajik bir öykü bırakmıştı.
Selva Trak Ulupınar – edebiyathaber.net (23 Temmuz 2018)