Fromm’un gözünden Freud’un mirası
Alman düşünce adamı Erich Fromm, Freud düşüncesine gerekli değerin ancak bu şekilde verilebileceğini veya psikanaliz kuramının ancak bu şekilde “uyum arayan halinden radikal bir hale” sokulabileceğini düşündüğünden olsa gerek, kitapta Freud’u büyük bir olgunlukla, yani onu –Hegelci bir kavramla söylersek– “içerip-aşma” perspektifiyle ele alıyor.
Düşüncenin içine doğduğu koşullar
Öncelikle Freud’u önceleyen kimi düşünürlerin yetiştiği ortamın düşünsel iklimini açıklamakla işe başlıyor Fromm. Bu insanlar –ve bunlardan en önemlisi olan von Brücke– burjuva materyalizminin temsilcisiydiler. Bu teori, maddesiz güç ve güçsüz madde olamayacağını savunuyordu. Freud’un hedefi, insana özgü olan tutkuları anlayabilmekti ve o, “psişe üzerindeki hormonal etkiler konusunda pek az şey bilindiği bir dönemde, fizyolojik ve psikolojik ilişkinin en belirgin olduğu bir olayı gözlemlemişti: Cinsellik. Ve eğer cinselliğin insana özgü tüm tutkuların kaynağı olduğunu kanıtlayabilirse teorisi doğrulanacaktı.
Fromm’un dikkat çektiği ikinci şey, Freud’un dünyaya otoriter-ataerkil bir burjuva gözüyle baktığıydı. Freud düşüncesi burjuva karakter taşıyordu. Ait olduğu sınıfın düşünce kalıpları, sisteminin her yerinde gözlemlenebiliyordu. Örneğin, Freud’un geliştirdiği terapinin ana hedefi, denetlenemeyen güdüleri, benliği güçlendirerek baskı altına almak ve denetleyebilmekti. Anahtar sözcük, “denetleme” idi. Halbuki, bu kavram bir toplumsal gerçeğe karşılık geliyordu. Denetlemek ve bastırmak toplumda güce sahip olan azınlığın iç ve dış statükoyu korumak için kullandığı ezici otoriter yöntemdi. Bilinçaltı içeriğinin ortaya çıkması, toplumda sosyal bir devrim tehlikesini beraberinde getirebilirdi.
Fromm’a göre bu sınıfın dünya görüşü Freud’un sevgi kuramına da yansımıştı. “Freud’a göre kadın, doğası gereği narsist, yani yalnızca kendini seven, bu nedenle de aslında, sevme yeteneği olmayan ve cinsel açıdan da soğuk bir varlıktır.” Bu, aslında orta sınıftan kadınlara has bir özellikti, burjuva evliliklerinin sahip olmacı karakteri, kadınları cinsel açıdan soğuk olmaya itiyordu, oysaki Freud bunu genelleştirme eğilimine gitmişti. Sevgi hakkındaki görüşleri de, onun ve öğrencilerinin “nesne sevgisi” ya da “sevilecek nesne” tanımlamalarına yansıyordu. Bu, bir işadamının sermaye yatırımından bahsetmesinden pek farklı değildi. “… psikanaliz literatüründe sık sık bir nesneye yöneltilen sevgiden sanki bir yatırım malıymışçasına söz edildiğini görmekteyiz.” Ve Fromm, kitabın “Bilimsel Bilginin Sınırlılığı” adlı ilk bölümünün son cümlesinde kesin olarak bir yargıya varıyor: “… Freud, ataerkil toplumlardaki erkeklerin sevgi biçimleri gibi özel bir durumu, evrensel ve her zaman, her yerde geçerli olan bir olgu haline dönüştürme yanlışına düşmüştür.”
‘Düşünce’ ile ‘olmak’ bir değildir
Peki, kitabın başlığında da belirtildiği gibi, neydi Freud’u büyük yapan? Fromm, incelemesinin ikinci bölümünde onun buluşunun önemini, “bizim her zaman düşündüğümüz gibi olmadığımızı ortaya koymasında” yattığını söylüyor. “Freud, çağlardan beri ‘düşünülen’ ile ‘insanın kendisinin’ birbiriyle özdeş olduğu inancını yıkması nedeniyle, belki de insanlık tarihi için en önemli işlevi yerine getirmişti.” Artık söylenilen şey kastedilen şey olmayabilirdi, kişi kendi fark etmediği etkilerin ve güdülerin baskısı altındaydı, bilinçdışı kuramı bunun üzerine geldi ve Freud’dan sonra samimiyet yeterli olmaktan çıktı. “… Freud teorisinin özellikle bu yanı, Marx’ın teorisi gibi eleştirel bir özellik taşır. Freud ileri sürülen şeyleri doğrudan kabul etmez ve söyleyenin iyi niyetinden şüphelenmese bile, söylenenlerin dikkatle izlenmesini öngörür. Çünkü bilinçli iyi niyet ve samimiyet, bir insanın tüm kişiliği göz önüne alınırsa, pek de öyle önemli değildir.”
Söz gelimi, o, histeri gibi patolojik belirtilerin, bastırılmış cinsel arzulardan kaynaklandığı yolunda bazı kanıtlar bulmuştu. Halbuki, hem Freud’un hem de hastalarının mensubu olduğu sınıfın ahlakı, Victoria çağı ahlak anlayışıydı ve Freud’un hatası bu özel durumu genelleştirmesiydi. “Kendi dönemini ve kendi sınıfının toplumsal yapısı ile sorunlarını, insanlığa özgü ve her zaman var olan sorunlarmış gibi ele alıyordu. Bu, onun kör noktasıydı sanırım.” Ve yine ana çelişkinin cinselliğe indirgenmesi, yani Fromm’a göre, Freud’un büyük buluşu olan “düşünmek ile olmak” arasındaki çelişkinin gerçekte, düşünmek ile bastırılmış çocukluk dönemi cinselliği arasında olduğunun ilan edilmesi, Freud’un bu buluşunun anlamını daraltmış ve sınırlandırmıştır. Fromm’a göre cinsellik de artık bastırmaların tek ve ana konusu olmaktan çıkıp tüketim maddelerinden biri haline (hem de en ucuzu) haline gelmiştir. Kitabında bilinç ve bilinçdışı çelişkisine birçok örnek veren Fromm, Freud’un cinsellik ve bunun bastırılmasıyla ilgilendiğinden bunları pek önemsemediğini, böylece kuramın, aslında kendi inancına tam ters bir hal aldığını ve insanlardaki gerçek ve önemli çelişkilerin ortaya çıkmasını önleyen bir direnç haline dönüştüğünü söylüyor.
Rüya sanatı
Rüyalar, insanlık var olduğundan beri hep yorumlanmaya çalışılmıştır ama konuya sistematik ve bilimsel bir temel kazandıran ilk insan Freud olmuştur. Fromm’a göre, o, psikanalizi bulmasaydı bile, rüya sanatını ortaya çıkarması nedeniyle, bilim tarihinin en önde gelen isimlerinden biri olabilirdi. “Rüyayı, bir isteğin tatmini olarak anlamak, Freud’un bu konudaki en önemli buluşudur.” Bunun yanına eklenen bir diğer buluş, rüyada sansür olgusunun varlığıydı. Çocuk rüyaları dışındaki tüm rüyalar değiştirilip saptırılmıştı ve bu rüyaları yorumlayarak onların gerçek anlamlarını bulma işi insanlara düşüyordu. Bu sefer de Fromm, rüyaların salt “arzuların çarpıtılmış bir ifadesi ve tatmin arayışı”na indirgenemeyeceğini, onların herhangi bir arzuyu içermekten çok, kişinin kendi durumu ya da başkaları hakkındaki düşünce ve yargılarını ortaya koyduğunu iddia ederek, rüyada sansür denilen şeyin anlamın kendini sembolik ve şiirsel biçimde ortaya koymasından başka bir şey olmadığını söylüyordu. “Freud’un rüya olayına bu şekilde bakabilmesi, kişiliğinin özel durumu nedeniyle mümkün değildi. Freud sanatsal ve şairce yönlerden uzak olan, tam rasyonalist (akılcı) bir kişiydi. Bu nedenle hem şiirlerde hem de rüyalarda dile gelen sembolik anlatımın farkına varamamıştı.” Fromm bu yönde, kitabın üçüncü bölümü olan ‘Freud’un Rüya Yorumu Teorisi’nde, Freud’un görmüş olduğu ve kendi ağzından yorumladığı rüyayı aktarıyor ve daha sonra bu yorumu kendi yorumu ile karşılaştırmaya giderek düzeltiyor.
Psikanaliz radikal olma özelliğini nasıl yitirdi?
Fromm, Freud düşüncesinin büyük buluşlarının sonuncusu olan, yaşam ve ölüm içgüdüleri teorisini inceledikten ve Freud’un psikanaliz hareketi içindeki öncü rolünü saptadıktan sonra, kitabının son bölümüne, “Psikanaliz radikal bir teori olmaktan çıkıp neden uyum arayan bir teori haline dönüştü?” soru-başlığını atıyor. Gerçekten de Fromm’a göre, Freud kişilik olarak “radikal” olarak nitelenemezdi ama yarattığı teori hiç şüphesiz tam radikaldi; özellikle bastırma olayının önemini ve ruhsal yaşamımızda bilinçdışının büyük yerini ilk olarak açıkça ortaya koyduğu için. Öncü nitelikteki bu buluş insanlara içlerinde yaşadıkları toplumların yapısı hakkında büyük bilgiler getirmekteydi. Yalnızca, Fromm’a göre, Freud’daki cinsellik üzerine yoğunlaşma, teorinin toplum eleştirisi taşıyan bölümünün daha az dikkat çekmesine yol açmıştı. Aynı şekilde çağdaşı Wilhelm Reich da, cinselliğin engellenmesinin karşı devrimci bir karakter doğuracağını, buna karşılık cinsel özgürlüğün devrimci ve ilerici eğilimleri geliştireceğini ileri sürüyordu. Halbuki, daha sonraki gelişmeler bu inancın tamamen yanlış olduğunu ortaya çıkarmıştı. “Tarih içindeki gelişme bizlere, cinsel özgürlüğün ancak insanların tüketime yönelik tutumlarını geliştirdiğini ve eğer etkili oluyorsa politik radikalizmi de zayıflatıcı etki yarattığını göstermektedir.”
Başka bir psikanaliz mümkün mü?
Evet, bu kuramın bir sınıf karakteri vardı ve –Freud istese de istemese de– bu durum psikanalizi belirlemiş ve sınırlandırmıştı. “Marx’ın burjuva ideolojisini eleştirirken toplum için ortaya koyduğu hizmeti, Freud kendi teorisi ile bireyler için gerçekleştirmiştir. Ama çoğu kez atlanan ve unutulan bir nokta var: Marx bu arada, kendi psikolojik görüşlerini de ortaya koyarak Freud’u aşmış ve toplumsal bir psikolojinin temellerini oluşturmuştur.” Tabii, burada, Fromm’un yaptığı, Freud’un karşısına Marx’ı çıkararak onu mahkum etmek değil, psikanalizin neden reaksiyoner bir hale geldiğini ortaya koymaktı. Belki de psikanalizi yeniden radikalleştirmek, kuramı, içine doğduğu kapitalist toplumu ezeli-ebedi olarak ele almayan bir perspektifle yeniden kurgulamaktan ve kitlelerin hizmetine sunmaktan geçiyor olabilir. Zaten kitabın değeri, Fromm’un Freud ile “uğraşmasının” bir nedeni de, dolaylı olarak, psikanalizi bu hak ettiği yere taşıma isteğinden kaynaklanıyor.
Kaan Terman – edebiyathaber.net (23 Eylül 2016)